INTERDİMENSİONES İTİNERANTUR- 2

 Düzenleme: Prens Halilintar karışıklık olmaması için Thunderstrom olacak. Genellikle Thunder diye bahsedeceğim.

2: Ventosus Locus

"Majesteleri, Prens Thunderstorm geldi."

Prenses Emily kapı görevlisine eliyle kapıyı açabileceğini işaret etti ve işine geri döndü.

"Bana bakmaya tenezzül bile etmiyorsun."

Emily güldü ve başını çevirip, alaycı bakışlarla kendisini süzmekte olan Prense baktı.

"Üzülüyor musunuz majesteleri? Yoksa değerinizi kaybettiğinizden mi korkuyorsunuz?"

Prens Thunder kaşlarını çattı.

"Bana şöyle hitap etmeyi kes. Resmi olmana gerek yok."

Prenses masum bir ifadeyle başını yana eğdi.

"Hmm? Ama krallığın kuralı bu değil miydi? Astlar, üstlerine majesteleri demek zorundadır. Baban da öyle demişti, seninle evlenene kadar sana asla adınla hitap etmemeliyim."

Prens gözlerini kıstı.

"Bu— bu kural babam hayattayken geçerliydi! Uf, her neyse... Ne yapıyorsun?"

Prenses ciddileşti ve masanın üzerine açmış olduğu kitabı işaret etti.

"O iki çocuğu nasıl geri döndüreceğimi araştırıyorum. Eh, bir şey bulduğum söylenemez."

Prens Prensesin omzunu okşadı ve gülümsedi.

"Neden bunu düşünesin ki? Eve geri dönmek için geçerli bir sebepleri yok."

"Saçmalama Thun! Burası onların ait olduğu yer değil!"

Prenses Emily kollarını kavuşturdu ve kaşlarını çattı.

"Hayır, onları geri göndermek zorundayız."

"Of... Peki."

Prens Thunder bıkkınca iç çekti ve saate baktı.

"Sanırım onları uyandırmaya gitmeliyim. Akşam yemeği yaklaşıyor."

"Bekle, ben de geleceğim!"

Prenses Emily, Prens Thunder'a seslendi ve hızla peşinden gitti.

Kitap masanın üstünde açık kalmıştı.

...

"Burası onların odası mı?"

Prenses Emily işlemeli kapıyı süzerken, bir kaşını kaldırdı.

"Evet."

Prens Thunder kapıyı açarken, kısaca başını salladı.

Prenses Emily, Prensin, kızın odasına yöneldiğini fark edince, kibarca onu durdurdu.

"Bekle, kızı ben uyandırırım."

Thunder kaşlarını çatarak ona baktı. Kafası karışmış gözüküyordu.

Prenses, Prens Thunder'ı, Halilintar'ın odasına yönlendirirken, bilmiş bilmiş gülümsedi.

"Sizi yeterince iyi tanıyorum majesteleri. Çocuk size biraz olsun benziyorsa benden hoşnut olmayacaktır. Ayrıca kızı uyandırmamanız için geçerli gerekçelerim var."

Tüm bu açıklamalardan sonra, Prenses, Emily'nin kaldığı tarafa geçti.

Prensesin gitmesi bir açıdan gerekliydi, çünkü Emily odasında rahat etmek amacıyla, eşarbını açmıştı. Uyumuyordu ama rahatça takıldığı kesindi— bir erkeğin yanında olmayacağı şekilde.

Prensesi görünce gülümsedi ve elini salladı.

"Majesteleri... Akşam yemeği vakti geldi mi?"

"Evet."

Prenses Emily yatağın kenarına oturdu ve gülümseyerek kıza baktı.

"Eee, odanı nasıl buldun?"

Emily kendini yatağına attı ve mutlulukla derin bir iç çekti.

"Çok güzel ve ferah... Üstelik Hali'ye uzak değil. Sadece bir kapı ötemde."

"Onu seviyor musun?"

"?"

Emily ilk şaşkınlığını atlattığında, gülümsedi ve Prensese göz kırptı.

"Bu sorunun cevabını siz de verebilirsiniz majesteleri."

"Ah- oh..."

Prenses Emily'nin yanaklarına kırmızı bir renk yayılırken, işaret parmağıyla yanağını kaşıdı.

"E-elbette, majesteleri Thunder'ı seviyorum..."

"O zaman sormanıza gerek yok! Ben de kendi Halilintar'ımı seviyorum!"

Emily kıkırdadı ve kalktı.

"Neyse, şimdi müsaadenizle eşarbımı yapmam gerek majesteleri."

Emily hazırlanırken, prensesle sohbetine devam etti.

Hey, kafa denginin de ötesi bir şeydi bu. Aynı kişiydiler ama bir şekilde değillerdi.

...

Prens Thunder odayı süzerken, gözlerini kıstı. Burası gerçekten zevkine göreydi. Anlaşılan o ki, çocuk da odayı sahiplenmişti. Çünkü çıkarmış olduğu kıyafetlerini, odanın herhangi bir yerlerine atmıştı.

(Prens Thunder suratını astı.)

Tüm bu dağınıklığa rağmen, Halilintar kabarık bir battaniyenin içinde huzurla uyumaktaydı. O kadar masum ve memnun bir ifadeyle uyuyordu ki, Prens Thunder gülümsemekten kendini alıkoyamadı (bu çocuğun, daha birkaç saat önce huysuzluk yapanın aynısı olduğuna inanmak güçtü). Aslında bu saatte uyumuyor olması gerekirdi ama yatağın rahatlığı yüzünden mayışmış olmalıydı.

Yavaşça yaklaştı ve yatağın kenarına oturdu. Bir süre bekledi ve etrafa baktı. Belki de çocuk varlığını hisseder ve uyanırdı.

Ne var ki Halilintar sadece mırıldandı ve uyumaya kaldığı yerden devam etti.

Prens Thunder iç çekti ve Halilintar'ın saçlarını okşadı.

"Uyanmayı düşünmüyor musun seni uykucu?..."

"Ben uykucu değilim... Ellerini saçlarımdan çek Gem..."

Halilintar homurdandı ve Prense sırtını dönmeden önce, eline vurdu.

"Hah... Seni yakaladım..."

Prens aklına gelen fikirle, karanlık bir şekilde gülümsedi.

Çocuğun gömülmüş olduğu kabarık battaniyeyi aniden açtı ve yalnızca tişört ve pantolon giyen Halilintar'ın soğuktan titremesini sağladı.

"Uf... Uyanıyorum, tamam..."

Halilintar inleyerek başını yastığına gömerken, baş parmağını kaldırdı. Sonunda başını kaldırıp başına dikilmiş olan kişiyi görmeye çalıştı. Görüşü netlik kazandığında, deminden beri kime konuştuğunu fark etti ve yanaklarına koyu kırmızı bir renk yayıldı.

"Ma-majesteleri—"

"Uyanma vakti gelmedi mi sence?"

Prens Thunder kaşını kaldırdı ve hafifçe gülümsedi (hayır, havalı bir gülümseme).

"Ge-gelmiş olmalı..."

Halilintar saatine baktı ve— utanç bir kez daha bedeninin alev alev yanmasına neden oldu.

"Haahh... Uyuyakalacağımı hiç düşünmemiştim..."

"Belli oluyor."

Prens Thunder bıyık altından gülerken, odayı işaret etti (hey, bu tabir çok mu komik oldu?).

"Ben, ben odamı dağınık seviyorum, tamam mı?! Evdeyken Gemma kızıyordu, bu yüzden topluyordum!"

Halilintar somurturken, kendini savundu.

"Aman, kızma... Kalk ve hızlıca hazırlan. Prenses ve arkadaşın bizi bekliyor."

Halilintar anlaşılmaz birkaç şey homurdandı ve kalkıp kendisine söyleneni yaptı. Sonra odasında bulunan küçük aynada saçlarını düzeltti— hayır, karıştırdı ve Prense sertçe baktı.

"Bir dahakine. Saçıma. Dokunma."

"Evet, tabii..."

Prens Thunder gözlerini devirdi.

"Şimdi gidelim."

...

Kraliyet sarayının mutfağı çok büyüktü. Hayır, buraya restoran demek daha doğru olurdu. Büyük mutfağın ortasındaysa, tamı tamına 7 kişilik yuvarlak bir masa vardı.

"İnanılmaz... Burası çok büyük."

Emily dirseğiyle Halilintar'ı dürterken, uzun bir hayranlık ıslığı çaldı.


"Vaay~ Bu bahsedilen 'ikinci' Halilintar mı?"

Halilintar kendisine verilen lakaptan rahatsız olarak hızla başını çevirdi ve sesin sahibine baktı.

Karşısında, koyu mavi gözlere sahip, en iyi ihtimalle 16-17 yaşlarında olan ve parlak bir gülümsemeye sahip bir genç duruyordu.

Halilintar aniden kaskatı kesildi ve hızla arkasına sakladığı elleri titremeye başladı. Bir özlem sancısı kalbinin derinliklerini sızlattı.

"Ta-Taufan?..."

Genç şaşırmış gözüktü, kaşları kalktı.

"Oh, adımı zaten biliyor muydun? Tamam, Thun sana söylemiş olmalı... Her neyse, otursanıza. Yemek servisi birazdan başlar."

Halilintar hala özlem ve şok içerisindeyken, Taufan'a benzeyen gencin gösterdiği yere, yedi kişilik masaya oturdu.

Emily de hemen onun yanındaki yerini aldı.

"Şimdi... Prens ve Prenses de gelecek. Ve ben... Hala iki kişilik yerimiz var. Öyleyse... Quake! Başka kim oturabilir?"

Halilintar Quake'i, yani bu boyuttaki Gempa'yı gördüğünde, göğsünün sıkıştığını hissetti. Kardeşinden daha asil ve zarif olan bu genç, altın gözlerinde büyük bir ciddiyetle, masayı süzmekteydi.

"Hmm... Bilmiyorum. Belki de Blaze olabilir."

(Halilintar bir kez daha nefesini tuttu. Sesleri bile çok benziyordu, sadece buradaki Gempa'nın sesi daha yumuşak ve ağırbaşlıydı.)

"Hayır hayır, Thunder bundan kesinlikle hoşnut olmayacak."

Mavi gözlü genç kaşlarını çatarken, başını iki yana salladı.

"Saraydakilerin veliaht bile olmadığı için onu hala küçük gördüğünü biliyorsun. Ayrıca Blaze'e itibar edilmiyor ki, haklı olduklarını da biliyorsun."

"Elbette..."

"Ah, ah, buldum! Sen oturabilirsin..."

Quake biraz tiksintiyle kaşlarını çattı ancak buna rağmen nazikçe başını iki yana salladı.

"Cyclone, saçmalama, ben resmi yerlerde yemek yemeyi sevmem, biliyorsun."

"Hadi Quaky~"

"Cy, ısrar etme. İstemiyorum dedim."

"Hadiiii~ Benim için? Benim için otursan?"

"Pekala, pekala."

Quake pes ederek iç çekti ve sandalyelerden birine oturdu.

"Thunder nerede? Buraya geliyordur umarım. Biraz da onun için burada olduğumu biliyorsun."

Cyclone gözlerini devirdi.

"Evet elbette, çünkü ortancalar her zaman unutulur... Ve Halilintar birazdan gelecek."

"Ben mi? Neden ben tekrar—"

"Ah?"

İki prens de şaşkınlıkla başlarını çevirip Halilintar'a baktılar. Halilintar ise ellerini iki yana açtı ve başını iki yana salladı.

"Ah, kardeşim Thunder'ı kastettim...  Ve Quake, sana söylemeyi unuttuğum için üzgünüm."

Cyclone kıkırdadı ve Emily'le Halilintar'ı işaret etti.

"Bunlar onlar. Diğer boyuttan gelenler."

"Oh. Bu kadar tuhaf bir şekilde tanışmak istemezdim. Yine de, tanıştığıma memnun oldum."

Quake aynı nezaketini kendisi için pek de yabancı olmayan iki çocuk için de sürdürdü ve onlara yumuşakça gülümsedi.

"Yetiştim, hahh, yetiştim değil mi?"

Prens Thunder hiç de şanına yakışmayacak bir şekilde, nefes nefese sandalyesine çökerken, neredeyse inledi. Hatta onun yaşındaki bir genç için komik sayılabilecek şekilde, şikayet etti.

"Uh, Veliaht prens olmak çok yorucu... Benim yerimde olmadığınız için şanslısınız..."

"Ah, tabii, tabii ama..."

Prens Cyclone meraklı bir ifadeyle öne eğildi ve herkesin duyabileceği bir şekilde fısıldadı.

"Prenses nerede Thun?"

Prens Thunder dondu. Sonra yüzüne gergin bir gülümseme yayıldı.

"Eh... Prenses, bilemiyorum... Nerede o—"

Prens Quake şaşkınlık ve hayal kırıklığıyla Prens Thunder'a baktı

"Seninle olması gerekiyordu Thun! Sana inanamıyorum!"

Thunder gergin bir şekilde gülerken, ensesini ovuşturdu.

"Heheh... Sanırım yine... Unuttum."

"Bu seferlik unutmadın. Ama geçen seferler için— al."

Aniden onun arkasında beliren Prenses, öfkeli bir ifadeyle konuştu ve Prensin başına vurdu. Sonra da aynı kırgın hareketlerle yanına oturdu.

"Uff, sen çalışmıyorsun tabii..."

Prens Thunder düşüncesizce konuştu ve karşılık olarak başına bir vuruş daha aldı.

Prens Cyclone ve Prens Quake güldü.

"Siz ikiniz yıllardır değişmiyorsunuz."

Neşeli bir akşam yemeğinden sonra, herkes odalarına çekildi.

Ancak tam bu sırada...

"Halilintar... Kapıyı açabilir misin? Burada... Görmen gereken biri var."

Devam edecek...

Evvet, bu seri çok iyi gidiyor. Aaa, seri demişken, İn White-3'ü yayınlamalıyım. Hatırladığım iyi oldu.

— ama sanırım Cuma gününe bırakacağım.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

XD

THE DANGERS OF PLAYİNG TOO MANY VİDEO GAMES

SHOULD HURT YOU- 4