İNTERDİMENSİONES İTİNERANTUR- 3

 3: Ventosus Locus Ⅱ

Akşam yemeğinden sonra, yorgun olduğunu söyleyen ve odasına çekilen Halilintar yatmak için hazırlanıyordu.

Geleneksel -ve kesinlikle rahat olmayan- kıyafetleri çıkardı ve bu sefer düzgünce odadaki tek kişilik koltuğun üzerine bıraktı. Daha sonra günlük ve kesinlikle çok rahat olan bir şeyler giydi.

Eh, artık yatağına gömülebilirdi. Tabii her zaman giydiği çelik burunlu savaş botlarını çıkardıktan sonra (urgh, gerçekten ağırlardı, ayakları ağrıyordu).

Ahh, kabarık yatağın içine gömülmeye bayılıyordu. Muhtemelen son derece kaliteli olan -belki de kuş tüyü- yatak ve battaniyenin içi çok rahattı. Burada hava, Malezya'ya kıyasla serindi, bu yüzden battaniye kullandığında sıcaklamıyordu (ah, soğuk onun için yeni bir deneyim sayılabilirdi). Eh, aslında fena bir şey değildi. Daha önce hiç kabarık bir battaniye kullanmadığı için ilginç bile denebilir—

"Halilintar... Kapıyı açabilir misin? Burada... Görmen gereken biri var."

Halilintar başını yastığına gömdü ve inledi. Prens, yetişkin, hatta başka bir boyuttan olsa bile, Taufan onu rahatsız etmeyi bırakmıyordu.

Tekrar tüm o kıyafetleri giymesine gerek olmadığını düşündü. Açıkçası sadece ne olduğunu merak ediyordu.

Odanın kendi tarafındaki kapısını açtı -diğer tarafı zaten açamıyordu- ve hemen kapının önünde duran prense bitkin bir bakış attı.

"Majesteleri... Yarın tören var ve... Neden uyuyamıyorum?"

Prens Cyclone boynunun arkasını ovuşturdu.

"Eheheh... Misafir ağırlayabilir misin?"

Halilintar ilgisiz gözlerle prense bakmaya devam etti.

"Kim?"

Prens yavaşça kenara çekildi ve arkasında tuttuğu kişiyi gösterdi.

"Ah—"

Halilintar'ın nefesi kesildi. O, o nasıl—

...

Gözlerini açtığında, ne olduğunu anlayamadı. Son derece geniş, gösterişli ama sade bir tasarıma sahip bir odadaydı. Duvarlarda geleneksel bir hava veren güllü duvar kağıtları vardı.

Korkuya kapıldı. Birinin odasında olduğundan emindi ama kim olduğunu ve onu burada bulursa, ne tepki vereceğini bilmiyordu.

Çaresiz gözlerle etrafa baktı ve saklanacak bir yer aradı ancak odadaki eşyalar arasında bir dolap yoktu.

"Teslim olmayacağım..." diye düşündü. "Gerekirse onunla savaşabilirim— yani, umarım gerekmez ama..."

Çok geçmeden, kapı açıldı ve içeri biri girdi. Uzun boyuyla, kırmızı gözleriyle ve resmi havasıyla Prens Thunder'dı bu. Odasındaki duvar kağıdı mı? Ah, bu oda eskiden Veliaht prensin annesine aitti ve Prens annesini çok severdi (bunu söylemesine gerek var mıydı?). Bu yüzden ondan hatıra kalan hiçbir şeye dokunulmasına izin vermemişti.

Kapı kapandığı anda, resmi hava yok oldu ve geriye yalnızca yorgun bir genç adam kaldı.

Dilediği gibi gerinen, yatağına yığılan ve kendi kendine konuşan Prens, son derece keyifliydi. Akşamları seviyordu.

İlk yorgunluğunu geçirdikten sonra, kalktı ve üzerini değiştirmek için perde gibi gözüken, ama aslında giysilerini sakladığı yer olan dolabı açtı.

Sıradan iki rahat kıyafet. Geri kalan tüm gereksiz ağırlıklar yarın sabah giyilmek üzere kaldırıldı.

Elbette eskiden bir kraliçeye ait olan bu odada, her şey bulunur. Özel bir banyo da buna kesinlikle dahildir.

Prens tam tuvalete girdiği sırada, son derece tuhaf ve beklenmedik bir durumla karşılaştı.

Banyoda bir çocuk vardı.

Prens önce onu sarayda yaşayan sıradan bir çocuk zannetti. Sonra kıyafetlerini fark ettiğinde, bu düşünceyi hemen kafasından sildi. Çocuğun kıyafetleri sarayda çalışanlardan birininkine veya tanıdık bir şeye benzemiyordu. Tıpkı şey gibiydi... Errr, Halilintar'ın giysileri gibi mi?

Yavaşça yere çöktü ve çocuğun omzuna dokundu.

"Hey... Sen de kimsin?"

Alnını dizlerine yaslamış olan çocuk, başını bile kaldırmadan hızla cevapladı.

"Kim olduğumu sorarken neyi kastettiğin önemli. İsmimi mi soruyorsun? Neden burada olduğumu mu? Ya da neden tuhaf gözüktüğümü mü?"

Prens Thunder, bir şekilde tanıdık gelen bu kafa karıştırıcı derecede hızlı konuşmayı takip etmeye çalışırken, yüzünü buruşturdu.

"Şey... Sanırım ismini ve neden burada olduğunu sormakla başlayacağım."

Çocuk başını kaldırdı ve umursamaz bir ifadeyle kendini tanıttı.

"Adım Taufan, ama adıma aldanma. Ben zararsız biriyimdir, Halilintar dışındaki insanlara sorarsan böyle derler. Ah, Halilintar demişken— buralarda bana çok benzeyen, 1.60 boylarında, kırmızı-siyah giyimli bir genç gördün mü—"

"Ow ow... Biraz yavaş ol. Ve sen Halilintar'ı arıyorsun öyle mi?"

Prens, çocuğun başını salladığını görünce, düşünceli bir şekilde gözlerini kıstı.

"Öyleyse banyodan çıkman lazım. Konuşmak için."

"Hayır!! Bunun bir tuzak olup olmadığını nasıl bileceğim?"

"Ooh, bana güven..."

Prens Thunder elbette ki Taufan'ın asla ama asla banyodan dışarı adım atmayacağını biliyordu. Bu yüzden çocuğu kucakladı ve banyodan çıkarak, yatağına götürdü.

"HEY! İNDİR BENİ— Ve, bekle! Evet, ben Halilintar'ı arıyorum. Sonra aniden buraya geldim."

Prens çocuğu yatağına oturttu ve ona ciddiyetle baktı.

"Sana onun burada olduğunu söyleyebilirim sanırım... Bekle, kardeşim Cyclone'u çağıracağım."

"Ha— ne?"

Çocuk şaşkınlık ve kafa karışıklığı içinde, kapısındaki korumaya 'Cy'ı çağırmasını söyleyen genç adama baktı.

"Adının Taufan olduğunu söyledin." — Prens omuz silkti.

"Kardeşimle anlaşabileceğinden yüzde yüz eminim. O da, korksa bile— ki babam ve annem hayattayken onlardan korkar ve çekinirdi— gevezelik edebilir."

"Gevezelik etmiyorum!"

Taufan kollarını kavuştururken, suratını astı.

"Evet, tabii..."

Uzun süre beklemelerine gerek kalmadan, Prens Cyclone içeri girdi.

"Evet Thundy, özür faslını hemen geçiyorum— ama kesinlikle unutmadım, bana bunun hesabını vereceksin. Neyse, beni neden bu saatte çağırıyorsun?"

Kesinlikle uykusundan kaldırılmış olan, bu yüzden huysuzluğu had safhada olan Prens Cyclone, Prens Thunder'a sanki sorguya çekilecek bir mahkummuş gibi bir bakış attı.

"Nedeni bu."

Prens Thunder, Taufan'ı işaret ederken, ilgisizleşmişti.

"Adı Taufan. Sanırım Halilintar'ın geldiği boyuttan bir yolcu daha."

"Sen—"

Prens Cyclone'un nefesi kesildi. Yatağın önünde çöktü ve Taufan'ın ellerini tuttu.

"Adın gerçekten Taufan, değil mi?"

"Eee, evet?"

"Yehooo! Artık Thundy'i kıskanmama gerek yok. Gel, senin özleminden yanıp tutuşan bir kardeşin var."

Prens Cyclone neşeyle tezahürat etti ve Taufan'ı bileğinden tutarak çekti.

Halilintar'ın (ve Emily'nin) odası çok uzak değildi, koridorun sonunda, soldaki kapıydı.

"Şimdi, burada iki kişi kalıyorlar. Emily ve Halilintar. Biz Halilintar'ın tarafına gitmek istiyoruz."

Kapının sağ kanadını ittiren Prens, içeri girerlerken kısaca açıkladı.

İçeride iki kapı daha vardı. Tahta perdelerden yapılmış ve içeriden kilitlenen kapılar.

"Halilintar... Kapıyı açabilir misin? Burada görmen gereken... Biri var."

İçeriden inleme sesi geldi ve birinin anlaşılmaz şeyler homurdandığı duyuldu. Daha sonra gece lambasının ışığı tahta kapının altından dışarı vurdu... Ve kapı açıldı.

"Majesteleri... Yarın tören var ve... Neden uyuyamıyorum?"

Prens Cyclone boynunun arkasını ovuştururken, kıkırdadı.

"Eheheh... Misafir ağırlayabilir misin?"

"Kim?"

Prens Cyclone yavaşça kenara çekildi ve Taufan'ı Halilintar'la yüz yüze bıraktı.

Aralık kapıdan sızdığı için Taufan'ın yüzünü aydınlatmaya yetmeyen gece lambasının ışığında bile Taufan'ı tanıyan Halilintar, konuşamadı.

"Sen— Nasıl buraya—"

"Sonunda seni bulabildiğim için çok mutluyum. Her ne kadar bu beklediğimden daha farklı bir şekilde olsa da."

Halilintar daha fazla dayanamayarak, ileri atıldı ve Taufan'a ömrü boyunca hiç yapmadığı bir şekilde, içtenlikle sıkıca sarıldı. Hayır, dürüst olmak gerekirse, kendini kardeşinin kollarına bıraktı.

Taufan kardeşinin sırtını ovuştururken, gülümsedi.

"Beni bu kadar özleyeceğini asla tahmin etmezdim."

"Pekala, siz ikinize iyi geceler diliyorum ve ben artık gidiyorum. Yarın katılmamız büyük bir tören var, biliyorsunuz."

Prens Cyclone kibarca izin isteyerek, odasına dönerken, iki kardeş odaya girdiler.

Kapıyı kapattıkları anda, Halilintar bir kez daha, ama bu sefer görülme riski duymadan ikizine sarıldı.

"Seni çok özledim, seni çok özledim, seni çok özledim..."

"Hey hey, beni, özlemimden ağlayacak kadar mı özledin?"

Taufan durmaksızın sayıklayan ikizine şaşkınlık ve biraz şok içinde sordu.

"Kapa çeneni— seni gerçekten özledim ve sen benimle alay ediyorsun..."

Halilintar Taufan'ı bırakmadı, ancak titrek bir sesle itiraz etti.

"Tamam, tamam, bir kez olsun sana küçük kardeşimmiş gibi davranmak hoş bir duygu aslında..."

Taufan mırıldandı ve Halilintar'ın saçlarını karıştırdı (kardeşi eline vurunca bu hareketini sonlandırdı).

"Hep dalga geçsem de... Haklıydın. İkizlerimden ayrı kalamıyorum— yani muhtemelen, geri döndüğümde ve Gemma'yı da gördüğümde de çok mutlu olacağım..."

Halilintar elinin tersiyle gözlerini silerken, bakışlarını kaçırdı.

"Ben de seni özledim Lili. Seni bulamayınca ne kadar korktuğumu tahmin bile edemezsin."

"Biliyorum, çünkü ben de aynısını hissettim."

"Ah, kalbim... Hali, şimdi bayılacağım."

Taufan dramatik bir şekilde elini kalbinin olduğu yere koydu ve iç çekti.

"Her ne ise..."

Halilintar gözlerini devirdi ve saate baktı.

"Artık uyusak iyi olur. Yarın Prens Halilintar'la Prensesin düğün ve taç giyme töreni var."

"Tahmin etmeme izin ver."

Taufan alaycı bir şekilde sırıttı.

"Prensesin adı Emily mi?"

"Evet."

"Bekle— ne?!"

...

"Halilintar~ Taufan~ Uyanın, bugün büyük gün!"

Kapıya ara vermeden vuran Prens Cyclone, bir yandan iki çocuğa sesleniyordu.

"Tamam tamam, geldik işte."

Halilintar kapıyı açarken, homurdandı. Prens Cyclone'a bakarken, yüzü asıktı.

"Kaç yaşındasınız majesteleri? İki mi?"

"Hayır, aksine ben 15 yaşını bitirmiş bulunuyorum!"

Prens Cyclone hakareti algılayamadı. Bu yüzden gururla gülümsedi ve duruşunu dikleştirdi. Ancak birkaç dakika sonra hakareti fark ettiğinde, bakışları hızla masum bir yüz ifadesi takınmış olan Halilintar'a sabitlendi.

"Seni küçük velet! Ben iki yaşında davranmıyorum! Senden daha olgun olduğum ortada değil mi?"

"Tabii..."

"Her neyse!"

Prens Cyclone boğazını temizledi ve saatine baktı.

"Şimdi hazırlık odasına gidiyoruz ve Emily ile Halilintar düzgünce giyiniyor."

İki çocuğu da bileklerinden tuttu ve sürükledi.

"Ne hazırlanması?"

"Göreceksiniz... Ah —ve tabii kardeşime küfredeceksin Halilintar."

...

"İnanamıyorum... Neden Krallık temsilcisi olmak zorundayım?"

"Ve neden Prensesin temsilcisi olmak zorundayım?"

Emily ve Halilintar, duydukları yeni bilgi karşısında, aynı anda söylendi.

Halilintar'a, daha önce Kira'na'nın kendisine vermiş olduğuna benzer bir şey giyerken, Emily biraz Kore kültürünü anımsatan beyaz pamuklu kumaştan, uzun bir elbise giymekteydi  (eşarbı toz pembe olduğu için şanslıydı). Başına yerleştirilmiş olan taca tutturulmuş olan ve elbise gibi beyaz olan tül -kısaca bir duvak gibi-, örtüsünün üzerine hiç de tuhaf durmamıştı.

"Evet, artık hazırsınız."

Son derece şık ve uzun bir eteği olan, bembeyaz bir elbise giymiş olan Prenses Emily, beyaz eldivenli ellerini çırptı ve Halilintar'a döndü.

"Ah, ve tatlım, şapkanı bu seferlik çıkarmamıza izin ver. Biliyorsun, sana da küçük bir taç takacağız ve şapkan varken bunu yapamayız."

Halilintar gönülsüzce şapkasını verdi ve saçlarına dokunulmaması şartıyla, tacı takmayı kabul etti.

Onlar hazır olduğunda, Prenses Emily endişelenmek için başka bir şey bulmuştu bile.

"Thunder nerede? Ah, ah bana onun uyuyakaldığını söylemeyin!"

"Elbette değil."

Bir el Prensesin omzuna koyuldu.

Prensesin arkasından çıkan Prens Thunder, güven verici bir bakışla Prenses Emily'e baktı— ama onun bu bakışlarını yakalayan Halilintar, o bakışın altında sadece rahatlatmadan fazlasının yattığını anlamıştı.

"Ah, hazırsın canım..."

Prenses memnuniyetle gülümserken, Prens kaşlarını kaldırdı.

"Artık bir çocuk değilim Em. uyuyakalmıyorum."

Onun bu sözüne herkes -Halilintar bile- güldü.

"Neyse neyse, törene az kaldı, hadi hadi."

Prenses hepsini iteleyerek tören alanına çıkan kapıya sürükledi.

"Şimdi ne yapacağız majesteleri?"

Emily meraklı bir şekilde, heyecanlı Prensese -aynı zamanda krallığın genç gelinine- baktı.

Gergin bir şekilde eldiveniyle oynayan Prenses, başını hızlıca iki yana salladı.

"Bilmiyorum güzelim. Ben de bilmiyorum..."

Prensesin aksine gayet sakin olan Prens Thunder, aynı şekilde ilgisiz gözlerle saate bakan Halilintar'ı bir kenara çekti.

"Eee... Ne düşünüyorsun?"

Bu hareketten dolayı irkilen Halilintar, şaşkınlıkla Prense baktı. Sonra yanakları kıpkırmızı oldu.

"Hi-hiçbir şey..."

Prens Thunder onunla biraz alay etmesi gerektiğini düşündü ve yavaşça fısıldadı.

"Hmmm... Yoksa seni zorla onunla evlendireceğimden mi korktun?"

"Ne— ne, hayır!"

Halilintar iyice kızarırken, bakışlarını kaçırdı.

Prens Thunder çömeldi ve ısrarla bakışlarını kaçıran çocuğa baktı.

"Hey, korkma. Sadece şaka yapıyorum. Bu bizim törenimiz. Sadece temsilcilik görevini yapmanı ve şahitlik etmeni istiyorum."

Halilintar pes ederek iç çekti.

"Ederim... Ama evlilik yok."

Onun bu çocuksu konuşma biçimini komik bulan Prens Thunder kıkırdadı.

"Tamam. Evlilik yok."

...

Kısa süre sonra tören başladı ve tören alanına çıkmaya hazırlanan Prens Thunder ve Prenses Emily el ele tutuştular. Hala gergin olan Prenses, Prense bakarken, gerçekten endişeli gözüküyordu.

Prens Thunder sakince gülümsedi ve gözleriyle kapıyı işaret etti.

"Hadi."

Prenses derin bir nefes alarak başını salladı.

Temsilciler olarak, Halilintar ve Emily'nin de birbirlerinin ellerini tutması gerekiyordu. Halilintar bu teklife son derece büyük bir tepki gösterirken, Emily eldivene ihtiyacı olduğunu belirtti.

Sonuç olarak, Halilintar Prenses tarafından azarlandı ve Emily'e -tıpkı prensesinki gibi- beyaz eldivenler verildi. Bu durumdan hoşnutsuz olan Halilintar, isteksizce Emily'nin elini tutarken, Emily onun bu tavırlarına alışkın olduğundan, rahatça Halilintar'ın elini— hayır, bileğini kavradı (uh, bu cümle kulağa korkutucu geliyor).

Nikah gerçekleştiğinde, Prens kararlı bir ifadeyle Prensese, artık bu krallığın bir parçası olduğunun işareti olarak, üzerine gül sembolü olan, zümrüt işlemeli ve önceden kraliçeye ait olan yüzüğü taktı.

Prenses artık, Kraliçe Emily'di.

Temsilciler olarak Halilintar ve Emily ise, sadece yüzükleri tuttular ve nikaha şahitlik ettiler. Bunun dışında bir görevleri yoktu.

Nikah sona erdiğinde, Prensin odasında toplandılar.

Prenses, ya da artık Kraliçe olan Emily, gözlerini sildi.

"Ah, ne güzel geçti... Keşke, keşke Halilintar'ın annesi de bunu görseydi..."

Halilintar şaşkınlıkla kraliçeye baktı.

"Nasıl yani? Majestelerinin annesi yaşamıyor mu?"

Kraliçe Emily biraz dehşet içinde Halilintar'a baktı.

"Ah! Tatlım... Ben nasıl ona meydan okuyabilirdim? Kraliçe, yani Thunder'ın annesi çok otoriter bir kadındı ve ölmeden önce yerini bir Veliahda teslim etmeye hiç niyeti olmadığını söylemişti."

"Ohh..."

"Ayrıca—" Odaya giren Prens -ya da kral mı demeliydim? :p- Thunder, iki çocuğa da yumuşak bir bakış attı.

"Ben annemi çok severdim. Emily bunu istese bile, hiçbir şekilde tahta geçmesini istemezdim. Ben... Diyebileceğim bir şey yok. Annemi gerçekten çok severdim."

Bir süre sessizlikten sonra, Emily burnunu çekti.

"Bunları boş verin... Nikah çok güzel değil miydi?... Çok duygusaldı. Biliyor musun, belki de bir gün—"

"Hııııh! Bunu ağzına alayım deme."

Halilintar telaşla Emily'i susturdu. Diyeceği şeyi duymak istemiyordu.

"Öf, iyi... Ama bir gün bunu söyleyeceğim ve sen de bana katılacaksın."

Devam edecek...

Cyclone ve Quake, Taufan ve Gempa'nın İngilizce karşılığıdır. Prensler İngilizce haliyle yazılacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

XD

THE DANGERS OF PLAYİNG TOO MANY VİDEO GAMES

SHOULD HURT YOU- 4