İNTERDİMENSİONES İTİNERANTUR- 4

Hatırlatma: Prens Halilintar: Thunderstorm-Thunder. Prens Taufan: Cyclone- Cy.

4: Konuşma

Törenin ardından her şey normal seyrine döndü. Artık İmparator olan -uff, monarşi sevmiyorum- Thunder ve İmparatoriçe olan Emily (Kraliçe olduğu için, artık Anne -Ann diye okunur- ismiyle anılacak), eskisi kadar boş vakte sahip değillerdi.

Bu yüzden Emily, Halilintar ve Taufan kendi başlarına takılıyorlardı— hayır, daha çok Prens Cyclone'la takılıyorlardı. Güler yüzlü gencin onlarla takılmak için her zaman vakti vardı.

Ancak o sabah farklıydı.

Prens Cyclone odanın kapısını tıklatırken, seslendi.

"Taufan... Umarım uyanıksındır..."

Yatağında uzanmış, hiçbir şeyle meşgul olmayan Taufan, Prensin sesini tanıyarak hızla doğruldu.

"Geliyorum!"

Taufan hızlıca üstünü giyindi ve odadan dışarı çıktı. Ancak beklediğinin aksine, Prens yalnızdı. Ah— ve neden ona sırıtarak bakıyor?

"A-abang Cy? Neden bana... öyle bakıyorsun?"

Prens konuşmadan önce, dramatik bir nefes verdi ve—

"Ah~ Benim için böylesine acele edeceğini düşünmemiştim."

"Ben—"

Taufan karşı çıkmak için ağzını açtı ama Prens Cyclone onu susturdu.

"Tamam tamam, sabah sabah yaygara yapma. Herkes hala uyuyor... Eminim diğerlerinin neden olmadığını merak ediyorsun?" — dedi Cyclone ve çocuğun başını salladığını görünce devam etti. "Çünkü bugün yalnızca ikimiz takılacağız."

"İkimiz mi?"

Taufan heyecanla fısıldadı.

"Tabii ya, ikimiz."

Prens Cyclone gülümsedi ve fevri bir hareketle kendisine sarılan Taufan'a karşılık verdi.

"Hadi gidelim."

...

Tık. Tık. Tık.

Bitkinliğin vücut bulmuş hali, gözlerini kırpıştırdı ve kapıya bakmak için doğruldu.

"Hı?... Bu saatte kimin nesi bu?"

Huysuz bir ifadeyle kapıyı açtığındaysa, neredeyse kendi tükürüğünde boğulacaktı (hey, bu tabir komik değil mi? Yaşanmış bir şey- en azından neredeyse).

"Ma-majesteleri?! Bu saatte—"

"Evet, bu saatte. Hazırlanırsan seni küçük yürüyüşüme dahil edebilirim."

Artık İmparator unvanını almış olan Thunder, ona göz kırptı ve hafifçe gülümsedi.

"A-oh... Olabilir. Bekle-bekleyin, hemen geliyorum!"

Halilintar hızla kapıyı kapattı ve bir an nefesini tuttu. Fena yakalanmıştı doğrusu... Iyy, görünüşünü umursamazdı ama koskoca bir krallığın sahibine de yataktan çıkmış haliyle görünmek istemezdi.

Elini olabildiğinde çabuk tutarak hazırlandı ve odasını şöyle bir toparladıktan sonra odadan çıktı.

"Oh, bu hızlıydı... Neyse, hadi gidelim."

Prens (bu unvan daha şık duruyor) Thunder hala hafifçe gülümserken, elini Halilintar'ın omzuna koyarak, çocuğun fazla uzaklaşmadığından emin oldu.

"Nereye gidiyoruz?"

Prens Thunder'ın gözlerinde tuhaf bir parıltı oluştu.

"Kimsenin bizi bulamayacağı bir yere..."

...

Tık tık tık.

"Prenses~ Hadi uyan artık~"

Kraliçe Anne (Emily), odasına girmiş olduğu kıza seslendi ve neşeli bir şekilde eldivenli ellerini birbirine vurdu.

"Hnnm?... Ah, Emily abla! Bir şey mi oldu?"

"Hayır."

Kraliçe Anne parlak bir şekilde gülümsedi. "Sadece birlikte takılacağız!"

"Oh... Dur, bu çok iyi bir haber!"

Emily hızla doğrulurken, neşeyle bağırdı. Sonra kalktı ve Kraliçeyi şaşırtan bir hızda giyindi.

"Hadi gidelim, hadi gidelim!"

"Tamam, sakin ol biraz."

Kraliçe Anne güldü ve kızın elini tuttu.

...

"Majesteleri... Burada ne yapacağız?"

Halilintar tam uçurum noktasında durdukları tepeye bakarken, şaşkınlıkla kaşlarını çattı.

"Elbette uçurumun kenarına oturacağız ve 'ayaklarımızın altındaki şehiri' izlerken konuşacağız. Ve— burada bana majesteleri dersen seni vururum. Bundan nefret ediyorum..."

Prens Thunder uçurumun kenarına dikkatlice otururken, Halilintar'a keskin bir bakış attı.

Halilintar omuz silkti ve Prensin yanına oturdu.

"Peki... Ne hakkında konuşmamız gerekiyor?"

"Ortak noktalarımız hakkında."

Prens Thunder kısaca cevapladı ve yanında oturan çocuğa baktı. "Ne dersin? Yeterince şiirsel mi?"

"Evet, tabii... Ama hepsi mi? Yani bazı özel—"

"Hepsi." Thunder çocuğun sözünü sertçe kesti ve devam etti. "Özelcilik yok. Kaldı ki bu dünyadan değilsin bile, bana özel olduğunu düşündüğün şeyleri bana anlattığında, elime hiçbir şey geçmiş olmayacak."

"Pekala..." dedi Halilintar ama huzursuzca kıpırdandı.

"İyi... Şimdi sana bir şey soracağım. Bana karşı dürüst ol— yalan söylersen bunu çok rahat anlarım. Düşündüğün kadar tecrübesiz değilim ve ayrıca sen de düşündüğün kadar ifadesiz değilsin. Anlaştık?"

Prens Thunder Halilintar'a kararlı bir bakış attı ve elini uzattı.

Halilintar bir an tereddütle elini uzatacak oldu, ancak sonra geri çekti ve başını çevirdi. "Hayır, söz vermeyeceğim."

"Eh, en azından bu konuda dürüstsün... Her neyse..."

Prens Thunder'ın sesi aniden kısıldı ve kızardı- ilk defa. Belki de ikinci defa.

"Arkadaşın— yani, Emily hakkında ne düşünüyorsun?"

Halilintar dondu.

Emily mi?

Emily hakkında ne düşünüyor?

Ne düşünüyor gerçekten—

Prensin söylediğini anlaması zaman aldı.

"A-ah—" Aniden kıpkırmızı oldu ve başını çevirdi. "Neden bu konuyu konuşuyoruz?"

Thunder iç çekti. "Cevap, Halilintar. Soru değil."

Halilintar çenesini dizlerine yasladı ve şehre bakarken, kısık bir sesle konuştu. "Ben, ben onu sevmiyorum... Eğer sorduğun şey buysa... Onunla ilgili bir hissim yok, ben onu sevmiyorum. Hayır, bu kesinlikle doğru değil."

"Ah, çocuk." Prens Thunder tekrar iç çekti ve Halilintar'ın saçlarını karıştırdı. "Yalnızca bana değil, kendine de yalan söylüyorsun. Ben ne hissettiğini gayet iyi görüyorum, bu yüzden tekrar soruyorum. Emily dediğimde aklına ilk ne geliyor?"

Halilintar yüzünü ellerine gömerken, inledi.

"Hiçbir şey, hiçbir şey abang (Thunder bir an kızardı). Beni zorlayamazsın."

"Direnen sensin, benim sana işkence ettiğim yok."

Prens Thunder iç çekti. "Sen anlatmıyorsan, ben anlatacağım. Onunla nasıl tanıştığımı yani..."

Halilintar konunun kendisinden uzaklaştığını düşünerek, başını kaldırdı ve bakışları uzak bir noktaya kilitlenmiş Prense baktı.

Prens Thunder hafifçe gülümserken, yavaşça konuştu.

"Ben Emily'le, ilk kez 12 yaşındayken tanıştım— daha doğrusu... Çarpıştık."

...

"Ah—"

"Ah!"

Küçük Prens Thunder, şaşkınlıkla ve biraz da hoşnutsuzlukla, çarpmış olduğu kişiye baktı.

Bir kız.

Kız doğruldu ve dimdik dururken, Thunder'a öfkeli bir bakış attı.

"Bana bak seni kendini beğenmiş Thunder, insanların hepsi önemlidir! Statün yüksek diye onları ezmezsin, elini tutar kaldırırsın! Yoksa halkın seni zalim biri olarak görür, anlıyor musun?

...

Onun bu sözleri beni çok etkilemişti. O günden sonra insanlara olan bakışım gerçekten de değişti. Ancak bir keresinde biriyle çarpıştığımda, dediğini yapmıştım ve babam bunu gördüğünde, bir Prensin asla böyle yapmaması gerektiğini söylemişti. Yine de hiçbir zaman onu dinlemedim.

Her neyse... (Prens Thunder küçük bir gülümsemeyle devam etti.)

Emily'e olan bakışım günden güne değişti. Sıradan bir Prensesti, soylu bir geçmişi yoktu bile ve bu yüzden babam onu çok da uygun bir aday olarak görmüyordu. Elbette Emily'i saraya alan ve yetiştiren onlardı ama bu demek değildi ki, geleceğin İmparatoru veliahdın eşi olabilir. Bu yüzden babam asla onunla olan ilişkimi hoş karşılamadı.

Annemse, benim tarafımdaydı. Her zaman beni desteklerdi ve aradığım kişinin o olduğunu söylerdi— eskiden bunu çok saçma bulurdum ama şuan ne demek istediğini anlıyorum.

Oh, kafan karıştı, anlıyorum, anlıyorum... Yani, tuhaf bir şey ama kraliyet üyeleri, eşlerini çocukken belirler. Yani 14-16 yaşları arasında. Cyclone mu? Oh, evet, o evlenmeye meraklı değil... Dikkatimi dağıttığının farkındayım, bu yüzden devam edeceğim.

Annem beni sayısını bilmediğim kadar çok kez odamda sıkıştırıp itiraf etmeye zorlardı. Her seferinde ben ağlayana kadar ısrarından vazgeçmezdi. Düşünüyorum da, sanırım inatçılığımı ondan aldım.

Hayır, ona kızgın değilim. Eğer o olmasaydı, asla Emily'e duygularımı anlatmayacaktım.

14'lü yaşlarımda, huysuz bir gence dönüşmüştüm. Kimseyle konuşmayı istemiyor, her şeye kolayca sinirleniyor ve herkese çıkışıyordum (gülme, babamdan az azar işitmedim). Emily hakkında imalarda bulunulmasından nefret ediyordum. Herkes onun hakkında geleceğin kraliçesi diyordu ve sinir bozucu bir şekilde bizi her zaman çift olarak görüyorlardı. Ugh, hatırladıkça bile sinirleniyorum.

Tüm bu söylentileri ters çıkarmak için, elimden geleni ardına koymuyordum. Ama aynı zamanda içimdeki özleme karşı koyamadığım için, Emily'le yolumun kesişmesini sağlıyor, dakikası dakikasına hesap yapıyordum.

Emily her zaman bana güler, neden sevgiden bu kadar nefret ettiğimi sorardı. Elbette, başından beri küçük ama tatlı bulduğu sevgimi biliyordu. İlk defa ona itiraf etmiştim— daha doğrusu, zorla ettirmişti. Bu çok utanç verici bir anı, lütfen detaylarını sorma... Anlatmayacağım dedim! Hayır! Kızgın değilim!

Annem bir gün bana sakince -zorlamadan- duygularımı kabullenmem gerektiğini söyledi ve zamanı gelene kadar gizli tutacağına söz verdi.

Kabul ettim. Annem beni odasına götürmüştü- çok net hatırlıyorum. Yatağına oturtmuştu ve hissettiğim her şeyi bir bir anlatmamı istedi.

Sana itiraf edeceğim, -başkasına söylersen seni mahvederim haa-  o akşam çok zordu. Annem nerede yalan söylediğimi çok iyi anlıyordu ve sürekli sakin konuşarak bana ağır bir baskı uyguluyordu. O gece ağladığımı hatırlıyorum— duygularımı dillendirdiğimde, çok korkutucu gelmişti.

Annem beni dinlemeyi bitirdiğinde, kararı benim vermemi söyledi. Ya aşkımı itiraf edecektim, ya da Emily'nin parmaklarımın arasından kayıp gitmesine, yani başkasıyla evlenmesine izin verecektim.

İkinci ihtimal çocuk kalbime çok acıtıcı gelmişti o zaman. Bu yüzden anneme onu asla bırakmayacağımı söyledim, bu şekilde Emily ve ben artık resmi bir şekilde bilinir hale geldik- yani o günden sonra kimse dalga geçmedi.

...

Prens Thunder derin bir iç çekti ve sözlerini sonlandırdı.

"Vay... Ne büyük aşk hikayesi..."

Halilintar etkilenmiş bir şekilde mırıldandı. Ne diyeceğini bilemiyordu açıkçası.

"Eminim seninki de öyledir."

Prens Thunder gülümsedi ve Halilintar'a baktı.

"Ben—" Halilintar kızardı ve bakışlarını kaçırdı. "Ben, bilmiyorum abang... Herkes Emily'i sevdiğimi söylüyor ve ben de onu sevdiğimi düşünüyorum. Ama... Emin değilim. Hiçbir şey hissetmiyorum. Onu gördüğümde bir heyecan ya da öyle bir şey hissetmem gerekmez miydi?... Ayrıca ona hayatım boyunca hak ettiği sevgiyi verebileceğimden emin değilim... Ben, ben bağımsız biriyim... Oysa ki, Emily'nin sevgiye ihtiyacı var ve ona bunu vermezsem, çok acı çekecek... Hayır, ben ona layık değilim abang... Ama onu hayatımdan çıkaramam... Bu da bana çok acı verecek. Ciddi manada kalbimin yarısını kesip atmamla aynı şey."

Prens Thunder, kaygılı çocuğu anlayışlı bir sessizlikle dinledikten sonra, başını hafifçe salladı.

"Öyleyse çıkarma... Onu sevdiğini biliyorum."

Halilintar acı acı güldü.

"Elbette... Ama sorunlu bir sevgi. Onunla uzun süre kaldığımda... Sevgim körelecek ve ona ihtiyacı olan sevgi ve şefkati vermemeye başlayacağım. Yalancı gibi hissedeceğimden şimdiden eminim. Ama aslında... Bilmiyorum, tüm bunlar çok karışık işte... Neden aşk denen şey var sanki?"

"Oh. Ağlama..." Prens Thunder Halilintar'ın başını okşarken, bakışları yumuşadı.

"Ya da, istiyorsan ağlayabilirsin. Bu aramızda kalacak, biliyorsun..."

Duygusal bunalım yaşayan Halilintar, Prense sarılmayı tercih etti ve gerçekten de ağlamayı sürdürdü. Dünyada onun hissettiklerini tam anlamıyla hisseden tek kişi olan Prens, anlayışla sırtını ovuşturdu ve konuşmadı.

Bir süre sonra sakinleşen Halilintar, kıpırdamadı. Prensin nefes alış verişini dinliyordu. Sakinleştiriciydi.

Prens Thunder onun sakinleştiğini biliyordu ancak başını okşamayı bırakmadı. Onun bunu istediğini biliyordu.

"Artık gidebiliriz... Ne dersin?"

Prens Thunder yumuşak bir sesle mırıldandı.

"İyi..."

Prens Thunder ayağa kalktı ve çocuğu da elinden tutarak ayağa kaldırdı.

"Bugün iyi bir gün değil miydi?"

Halilintar yorgunca gülümsedi ve başını salladı.

"Evet, elbette..."

"Bugün tomurcuğun gül olduğu gün."

Devam edecek...

Sadece romantizme ihtiyacım var.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

XD

THE DANGERS OF PLAYİNG TOO MANY VİDEO GAMES

OVERLAPPİNG STORMS- 11