BEACON OF LİGHT
1: Bir Komutan ve Bir Eş
Sıradan biriydi. 27 yaşındaydı ve Tracker and Protector of Power Spheras'ın (TAPOPS) en üst rütbedeki komutanlarından biriydi, 'Yüzbaşı', 'Kılıç Ustası' unvanlarını 18 yaşından önce alabilen sayılı kişilerdendi. Ama bunlar, kolay kolay elde edebileceğiniz rütbeler değildi.
Tabii bir Halilintar'sanız ve doğru ve gerekli haberler dışındaki şeylere takılmıyorsanız bu rütbeleri elde etmek çok kolaydı.
Ve Halilintar kendi ailesini de kurmuştu. TAPOPS'ta tanıştığı güleç yüzlü bir kadınla evliydi.
Ancak hayır, Halilintar ilk gördüğü kişiyle evlenmemişti. Bu kadın onun için çok özeldi sadece. Eh, çocukluk arkadaşıydı sonuçta.
Bu kadının -eşinin- rütbesi, ondan çok daha yüksekti—hatta eskiden, kadın hala bir genç kızken ondan hoşlanmadığı için sık sık raporlarını reddeder, onu cezalandırırdı. Şimdiyse yalnızca hayat arkadaşı, görevlerde boyun eğeceği komutanı, ama sonuç olarak evinin hanımıydı.
Halilintar evlendiği yaşa kadar sevgiyi bu derece yoğun hisseden bir insan olmadığından, bir kadına karşı böylesine bir sevgi hissetmesine bir anlam veremiyordu.
Demek ki aşk için boşuna Allah vergisi denmiyordu.
...
Sıradan bir görev olacaktı—en azından Halilintar'ın tahminine göre öyleydi. 8 yaşından beri TAPOPS'un bir üyesi olduğu için, görevlerin gidişatını az çok kestirebiliyordu.
Bir yandan komutanın talimatlarını dinlerken, göz ucuyla uzun zamandan beri ilk defa görevine başkanlık edecek olan Emily'e baktı (evet!! yine o!!).
Ciddi ve dik duruşlu kadın, sanki bakışlarını hissetmiş gibi kaşlarını çattı. Halilintar sanki onun kendisine bakacağını hissetmiş gibi hemen ona bakmayı bıraktı—yoksa görevi dinlemediği için azar yiyecekti.
Hayır, eşinden korkmuyordu! Ama komutanından korkuyordu. Aradaki fark belirgin değil miydi? Emily görev sırasında inanılmaz derecede katı ve ciddi olurdu. Yoksa Halilintar ondan neden korksundu ki?
(Bir kadından korkmak? Hayır, bunu ölene kadar kabul etmeyecekti.)
...
"Emily."
Adı geçen kadın irkildi ve başını uzun süredir bakmakta olduğu kamp ateşinden kaldırıp, boş gözlerle kendisine adıyla seslenmeye cüret edenin kim olduğuna baktı. "Oh, Hali... Bu ne saygı? Gözlerimi yaşartıyorsun."
"Dalgınlığına rağmen bunu fark etmen çok şaşırtıcı." Halilintar alaycılıkla gözlerini devirdi ve elindeki kuru dalı ateşe atarken, karşısındaki kütüğe oturdu. Tekrar ciddileşmiş, gözleri kısılmıştı. "Sana başta adınla hitap etmedim. Ama sen de beni duymadın. Bu kadar dalgınlaşmana neden olacak ne düşünüyorsun?"
"Görev..." diye mırıldandı Emily çenesini avucuna yaslayarak ve başka bir şey demesine gerek kalmadı, Halilintar bunu zaten defalarca yaşamıştı. "Çok fazla kaygılanıyorsun. Her zamanki gibi bir görev işte."
"Hayır değil, ve aklıma takılan da bu." Emily ellerini çenesinin altında birleştirirken, yanaklarını şişirdi.
"Her zamankinden daha az tehlikeli ve uğraştırıcı değil...Bunun altında bir iş var..." dedi ve görev tabletini ona fırlattı. "Bak."
"Bunu söylemekten nefret ediyorum ama... Haklısın." diye itiraf etti Halilintar. Şüpheli görev bilgilerini bir kez daha kontrol ederken ekledi. "Sanki buralarda... bir şeyler eksik."
"Ama ne?" Emily stresli bir tavırla ayağını yere vurdu ve ani bir kararla ayağa kalktı. "Biliyor musun? Bunu öğrenmeden rahat edemeyeceğim. Diğerlerine de haber ver, yola çıkıyoruz."
"Ama Emily, hala—"
"Emirlerimi sorgulama, Hali." diye iç çekti Emily ona bakmadan. "Diğerlerine haber ve -tabii bu senin için de geçerli- kalın giyinmelerini söyle."
Halilintar pes ederek omuzlarını düşürdü ve yanında getirdiğini umduğu polar ceketi bulmaya gitti.
Herkes hazırlandıktan sonra, görev noktası olan, gizemli mağaralarla dolu Nu-Shu dağına doğru yola çıktılar.
...
"Bu dağ epey dik görünüyor." Emily ellerini beline koyarak, karla kaplı dağın görünen kısmını inceledi. "Hali, halat ve kancalarımız yanımızda mı?"
"Tabii." Halilintar başını salladı ve huzursuzca yanındaki çantadan çıkardığı kanca ve halatı uzattı.
"Güzel, teşekkür ederim." dedi Emily kısaca ve genç adamın kendisine verdiği kancayı halata geçirip, ustaca döndürerek atabileceği en yüksek noktaya attı. "Tamam, sırayla çıkmaya başlıyoruz. Tırmanış öncesi hepinizi uyarıyorum. Bir, tırmanırken konuşmayın, çığı tetikleyebilirsiniz—gördüğünüz gibi görünen kısımlarda bile epey kar var, yukarısı bundan çok daha fazla karla kaplı olmalı. İki, belirli mağaralarda mola vereceğiz ve o mağaralara kadar sırayla tırmanacağız, halatımızın sağlamlığı konusunda şüpheliyim—özellikle de hepiniz yapılı erkekler olduğunuz için. Ve son olarak, düşme tehlikesi oluştuğunda, kesinlikle panik yapmayın ve grubun yardımını bekleyin."
"Anlaşıldı."
"Güzel, başlayabiliriz." Emily halayı sıkıca kavradı ve çıkıntılara basarak tırmanmaya başladı. Ve yerde duran ekibine dönüp baş parmağını kaldırdı. "Tamam millet, komutanınızın arkasından tırmanmaya başlayın."
Bu şekilde, yüksek dağı tırmanmaya koyuldular.
...
Birkaç saat geçmişti ve epey bir mesafe kat etmişlerdi. Yer artık görünmüyordu; yukarıda yoğun bir sis vardı.
Birkaç ayağı takılan kişi dışında, ciddi bir düşme tehlikesi geçiren yoktu. Ta ki, 6. moladan sonra tekrar tırmanışa geçene kadar...
"Argh!"
Her şey çok ani gelişti. Halilintar'ın bastığı, belki hava koşullarından, belki başka bir sebepten dolayı çürümüş kaya, onun ağırlığıyla kırıldı ve Halilintar tutunduğu ip dışında, tamamen boşlukta kaldı. Ne yukarı ulaşabiliyor, ne de aşağıdaki bir çıkıntıya dayanabiliyordu.
"Hali?" Bu sırada 7. mola yerleri -ayrıca kalacakları yer- olan geniş mağarada, Halilintar'ın çıkmasını bekleyen Emily, hızla uçurumun kenarına çöktü ve aşağı baktı. "Hah?... Tamam, tamam, sakin ol Hali. Beni duyuyorsun değil mi?"
"Evet ama...acele...et... Ellerim..."
"Biliyorum ve deneyeceğim." Emily halatı sıkıca kavradı ve ayaklarını yere sağlamca basarken, tüm gücüyle halata asıldı. "Hnnngh... Çok...ağır..."
"Emily..."
"Ah... Dinliyorum?"
"Başım dönmeye başlıyor..."
"Ha—hayır hayır! Hali, Halilintar! Sakın halatı bırakma, tamam mı? Bana bak canım. Halii, beni duyuyor musun?! Aşağı bakma!" Emily panik içerisinde, üzerine bulunduğu kayadan zeminin kenarlarına tutunmayı başarabilmiş Halilintar'ın bileklerini tuttu. "Dayan Hali. Çok az kaldı."
Halilintar'sa, başka bir yere, yukarlara bakıyordu. "Hayır, olamaz..."
"Ha?" Emily onun baktığı şeye bakmak için başını kaldırdığında, gözleri korkuyla büyüdü. "Hayır... Bu imkansız..."
"Emily... Beni bırak... Kendini kurtar..."
"Hayır, hayır, saçmalamayı kes! Hiçbir yere gitmiyorum!" Emily inanılmaz bir güçle Halilintar'ı çekip geniş mağaranın içerisine fırlattı.
"Emily!" Halilintar normal zemine düştüğü anda, ayağa kalktı ve ileri atıldı. Emily'i kollarından yakalamak, içeri fırlatmak istedi, ancak olduğu yere çakılıp kalmıştı.
Tek yapabildiği elini uzatabilmek oldu—ama onu bile, keder ve hayal kırıklığıyla geri indirdi.
Gözlerinin önünde, hayatında gördüğü en büyük çığ, komutanını, hayat arkadaşını da peşinde sürükleyerek geçip gitti.
"Hayır..." Tüm o çığ yığını gittikten sonra, dizlerinin üzerine düştü. Ağlayamıyordu, ya da en çok üzüldüğünde yaptığı gibi bağıramıyordu bile. Bu ilk kez yaşadığı bir acıydı. Ve onu sonsuza dek değiştirecek bir acı.
"Komutan! Siz iyi misiniz?!"
Ekibin geri kalanı 7. mola mağarasına geldiklerinde, yıkılmış bir komutan buldular. Herkes için şaşırtıcı bir şeydi, çünkü Halilintar 19 yıl boyunca bir kez bile duygusal bir tepki göstermemiş, her zaman soğukkanlılığını korumuştu.
Şimdiyse...
"Komutan, iyi misiniz?" Rütbesi Halilintar'a en yakın olanlardan biri, elini omzuna koymaya cesaret etti. Ancak beklenmedik bir tepki aldılar. "Ben aşağı ineceğim!"
"Komutan, şuan duygusal hareket edemeyiz, hala—"
"Bırakın beni!" Halilintar hepsinden tek hamlede kurtuldu ve kararlılıkla halattan aşağı kaymaya koyuldu. Dikkatsizlikten dolayı, sık sık kayalara çarpıyor, sivri kısımları yüzünü, kollarını çizip kanatıyordu.
Ancak acıyı hissetmiyordu.
Çığım düşüp kaldığı yer, tırmanmaya başladıkları yerdi.
Emily'nin hala hayatta olduğu yer.
Halilintar buza dönüşmüş karların üzerine atladı ve alelacele elleriyle kazmaya koyuldu. Elleri aşırı soğuktan donuyordu, ancak soğuğu bile hissetmeyecek kadar duyguları karışıktı. Farkında olmadığı gözyaşları akıyor, daha yanaklarındayken minik kristallere dönüşüyordu.
"Emily..." Halilintar, ellerinin beden olduğu belli olan bir şeye dokunduğunu hissedince, daha da hızlı kazdı. Ve kısa süre içerisinde kadının bedenine ulaştı.
Yaşıyordu!
Ama nabzı zayıftı.
Düşüş sırasında başını vurmuş olmalıydı, yeşil-beyaz eşarbında kırmızı lekeler oluşmuştu. Ayrıca çığ altında nefes alamamıştı.
"Ha-Hali..."
"Hah?..."
Emily zar zor gözlerini araladı ve Halilintar'ın duyacağı en umutsuz sözleri söyledi. "Hali... Asher'a iyi bak... Ve ikizlere de..."
"Ne—hayır. Emily, hayır!"
Ancak Emily'nin gözleri tekrar kapanmıştı.
Aşağı inen ekipten biri, elini yine komutanın omzuna koydu. "Komutan, sakin olun, o iyi olacak—"
Halilintar hiçbir teselliyi kabul etmiyormuşçasına, elini ittirdi ve Emily'i sıkıca sararken, "O zaten iyi olacak!" diye bağırdı. Sesi kısılırken, gözlerinden daha fazla yaş aktı. "Peki ya karnında taşıdığı bebekleri ne olacak?..."
Ekip cevap veremedi; komutanlarını nasıl sakinleştireceklerini bilmiyorlardı.
...
Emily bir haftadır TAPOPS'un özel hastanesindeydi. Ama bir kez olsun gözlerini açmamış, tek kelime etmemişti.
Doktorlar tehlikeli bir hipotermi geçirdiğini, bu yüzden sıfır bilinçli bir komaya girdiğini; ama uzun sürse de uyanacağını söylemişlerdi. Ama... hiçbir zaman uyanmaması gibi bir ihtimal da her zaman vardı.
Halilintar bu gerçeği kabullenmişti. Tek istediği, Emily'nin son isteği üzerine Asher'a, ve hayatta kalırlarsa ikizlere iyi bakmaktı.
Tabii... Daha Tok Aba'nın yanında kalan oğlu Asher vardı. Ona nasıl açıklayacağını hala bilmiyordu. Kardeşlerinden inanılmaz sinir bozucu bir eşek şakacısı olan kardeşinin ve inanılmaz neşeli -ve gıcık- kardeşinin bir karışımı olan Asher, muhtemelen çok fazla soru soracaktı.
Daha kendisi bile bu olayı atlatamamışken, nasıl ona cevap verebilirdi?
En iyisi şimdilik onun yanına gitmemekti. İkizleri götürebileceği zaman onun yanına geri dönecek ve onunla ilgilenecekti.
...
"Merhaba Hali."
Gelen haber yüzünden, tüm hayatı boyunca ilk defa yıkılmış olan Halilintar, başını kaldırdı ve boş gözleri bir çift koyu mavi gözle karşılaştı. "Taufan?... Burada ne yapıyorsun—ugh..."
"İyiymiş gibi davranmayı bırak kardeşim." Taufan geri çekildi ve anlayışlı bir şekilde gülümsedi. "Fazla kederli görünmesen de, hissettiklerini anlayabiliyorum. Ağlamak istiyorsun."
"İstemiyorum." Halilintar kollarını kavuşturdu ve cüretkarca kardeşine baktı, ancak artık onun hareketlerini ezberlemiş olan kardeşi, vazgeçmemekte kararlıydı. "İstiyorsun. Hadi ama Hali, ağlamamak için dilini ısırıyorsun değil mi?"
"Hiç de bile..." Halilintar başını çevirdi; eğer gerçekten daha fazla ısrar ederse, istemese de ağlayacaktı.
"Ah Hali." Taufan kollarını, gözyaşları akmaya başlayan, ancak bir türlü sarılmaya cesaret edemeyen kardeşine sararken, iç çekti. "Bana ne olduğunu söylemeyecek misin? Hiçbir şey?"
"En yakın arkadaşım öldü! Eşim öldü. Başka neden?!" diye bağırdı Halilintar ancak, Taufan sakince gülümsemeyi sürdürdü. "Çocukların için mi endişelisin Hali? Annesiz büyüyecekleri için kaygılanıyor musun?"
"Evet ama—"
"Hali. Sakin ol. Ve ikizlerini de alıp Tok Aba'nın evine git. Anneleri olmayabilir ama babaları hala var ve ona ihtiyaçları var." dedi Taufan ciddiyetle ama bir kez daha hızlıca sarıldığında, bu ciddiyeti kayboldu. "Kendine iyi bak kardeşim. Kaygılı hissedersen beni ara!"
Halilintar rahatlamış bir iç çekerken, kardeşinin uzaklaşan siluetine baktı. İyi ki kardeşi TAPOPS'ta psikolog olarak çalışıyordu. Onu kaç kez panik atak veya sinir krizi geçirmekten kurtardığını saymamıştı bile.
...
"Baba! Sonunda geldin!"
"Merhaba Asher." Halilintar iki elinde de taşıdığı pusetleri yere bıraktı ve neşeyle kendisine sarılan oğluna şefkatle baktı.
"Bunlar kardeşlerim mi?..." Asher Halilintar'ın çok iyi tanıdığı bir ifadeyle üzerleri örtülü pusetlere baktı. "Peki annem nerede baba?"
Halilintar gülümsemesinin silinmemesi için kendini zorladı. "O... artık gelmeyecek Asher. Onun yerine kardeşlerinle ilgilenebilirsin değil mi?"
"Elbette yapabilirim!"
"Tamam, şimdi üstümü değiştirmem gerek Asher." Halilintar çocuğun başını salladığını görünce, olabilecek en hızlı şekilde kaldıkları odaya çekildi... Yani bir süre önce Emily'le birlikte kaldıkları oda.
En son giydiği kıyafetler hala oradaydı.
Eh, demek ki gerçekten de anılar daha uzun süre yaşıyordu.
...
"Baba, annem tam olarak nerede? Neden gelmeyecek?" diye sordu Asher tekrar, uzunca bir süre sessizce ikiz kardeşlerini izledikten sonra.
"A-annen mi?... Çok uzaklara gitti Asher. Çok. Artık yanımıza gelemez." dedi Halilintar açıklayıcı olmaya çalışarak—ki bir yandan da duygularına hakim olmaya çalışırken bu çok zordu.
Göründüğünden daha olgun olan Asher, onun üzüldüğünü fark etmişçesine, ona sarıldı ve kararlılıkla, "Annem yoksa ben varım." dedi. "Üzülme baba."
"Teşekkür ederim Asher, ama kardeşlerinle ilgilenmeliyiz. Bence bir anneye ihtiyaçları var, sence?"
"Ooh... Ben bunu biliyorum! Taufan amca bahsetmişti (bu çok komik oldu aaa)! Peki kim? Baba, kiiiim?"
"Bunu biraz düşüneceğim. Hem amcaların da var Asher, biraz da Taufan'a sormaya ne dersin?"
"Yaşasın! Yani artık amcamın evine yatılı gidebilir miyim?"
"Ben kardeşlerin için bir sütanne bulana kadar kalabilirsin."
"Sen en iyisisin baba!"
"Hah, umarım öyleyimdir."
Hayat güzel geçiyordu, her ne kadar Halilintar kalbinin bir yarısını kaybettiğini hissetse de.
Devam edecek...
Tamam, vazgeçtim. Taufan, amca da olabilir sonuçta. Benim amcam ben küçükken epey gençti yani. Genç amca neden olmasın?
Bu arada sütanne olarak kimi kurban yapsam hiç bilmiyorum.
Ciddi not 1 (DÜZENLENDI): Başlığı seçmeme yardım eden arkadaşıma buradan teşekkürler.
Ciddi not 2: Bu hikaye daha çok romantizm ve aile dinamikleri üzerine olacak. Yani benim için yeni bir tür. Açıkçası Hali ve Emily'nin ilişkisinden ziyade, ideal bir aile ilişkisi yazmayı düşünüyorum. Romantizmde berbatım da.
Yorumlar
Yorum Gönder