SHOULD HURT YOU- 3
3: Kraliçe Satriantar
Sarayın koridorlarında, biri zarıf, uzun boylu ve asil duruşlu bir kadın, diğeri omuzları bir sebepten ötürü çökük, başı yere eğik, sıradan bir görünüşe sahip, orta boylu bir çocuk, iki kişi yürüyordu.
Kraliçe Satriantar Ratna ve ona kıyasla hiçbir şey olduğunu hisseden Halilintar.
Halilintar başı öne eğik bir şekilde yürürken, düşünceliydi. Geçen gün onu gelip tedavi eden de Kraliçe olmalıydı ama niçin?... İşte kafasını karıştıran da buydu.
Ayrıca... Kraliçe neden ona değer veriyordu ki? O yetim, güçsüz hatta zavallı bir çocuktu. Kraliçenin ondan ne gibi bir beklentisi vardı?
Omzunda bir el hissedince, irkildi ve başını kaldırarak Kraliçeye baktı.
Kraliçe kızıl gözlerindeki şefkat ve sevgi dolu bir ifadeyle kendisini izliyordu. "Neden üzgünsün küçüğüm?" diye sordu ve ses tonundaki yumuşaklık Halilintar'ı bir anlığına mest etti. Sonra kendini toparladı ve bakışlarını kaçırdı—o ana kadar Kraliçeye dik dik bakmıştı!
"Prensesi düşünüyordum aslında..." diye mırıldandı başını hafifçe Kraliçeye yaslarken—saygılı duruşunu bozmaması gerektiğini biliyordu ama Kraliçe onu buna mecbur olmadığına ikna etmeye çalışıyor gibiydi. "Bana nasıl davrandığını biliyorsunuz majesteleri... Yıllardır böyle... Artık alıştım ama... Normal bir hayat istiyorum. Acısız."
"Ah, küçüğüm..." Kraliçe Satriantar Halilintar'ın yanağını okşarken, endişe ve biraz onaylamaz bir ifadeyle kaşlarını çattı. "Sana yaptıklarını biliyorum ve kesinlikle desteklemiyorum. Ama maalesef ki kraliçe olarak sözümün dinlenmesi zorunlu olsa da, bir anne olarak bir yere kadar geçerli. Kaldı ki, Kira'na'yı destekleyen onca kişi varken, benim onlara karşı çıkmam büyük karmaşaya neden olur—hatta krallığın ikiye bölünmesine bile neden olabilir. Şuan bile halkın çoğunun gözünde, yaşlı, işe yaramaz bir kadınım."
"Hayır, siz yaşlı değilsiniz majesteleri!" diye karşı çıktı Halilintar kadını teselli etmek istercesine ama Kraliçe yavaşça başını iki yana salladı. Bir dizinin üzerinde diz çöktü, ellerini omuzlarına koydu ve gözlerinin içine baktı. "Halilintar, bana bak... Kızıl saçlarımda çoğalmaya başlayan gri, hatta beyaz telleri, yüzümdeki derinleşen çizgileri, eski rengimin soluşu... Ben artık yaşlandım oğlum." Kraliçe tekrar doğrulurken, ona kararlı bir bakış attı. "Yerime Kira'na'yı geçici olarak yerleştirdim ama halkıma verdiği zararları görünce, yaptığım hatanın farkına vardım."
"En başından onu tahta geçirmemeliydim." diye mırıldandı Kraliçe Satriantar, ses tonu suçlulukla ağırlaşmıştı. "İşte bu yüzden kendime yeni bir varis arıyorum. Tekrar evlenemem, ama varis edinmem gerekiyor. Eğer küçük oğlum yaşasaydı, şuan Kira'na'ya gerek kalmazdı ama hastalandı—"
"Bekleyin—majesteleri, sakın beni varis olarak gördüğünüzü söylemeyin!" diye bağırdı Halilintar panikle ama Kraliçe şefkatle gülümsedi ve saçlarını karıştırdı. "Hayır, hayır çocuğum. Sadece bir gün terfi etmen ihtimaline karşı krallığı tanıyor olmanı istiyorum. Eminim ki saraydan dışarı adımını bile atmamışsındır."
"Eh... Bu doğru." diye mırıldandı Halilintar utançla yanağını kaşıyarak. Aslında hayatı gerçekten bu dört duvarla sınırlıydı. Hiçbir zaman kapılarını açmamış ve gerçek dünyaya adım atmamıştı.
Gerçek dünya neydi sahi?
Halilintar itaatkar bir şekilde başını eğik tutaram kraliçeyi takip ederken, düşünüyordu. Dünyanın büyük olduğunu duymuştu. Çok büyük. Ama Halilintar'ın dünyası tam tersiydi.
Küçük. Çok küçük.
Halilintar aniden boğulacağını hissetti—mecazi anlamda gerçekten de havasız kalmıştı. Dünyası çok küçüktü.
Gülmeyin, bu yeni bir aydınlanma olmuştu onun için. Sarayın bahçesine bile küçükken birkaç defa çıkarılmıştı. O zaman bile, prensesin sözünden çıkarak ortalıktan kaybolmuş ve azarlanmıştı.
Halilintar hafifçe gülümseyerek anıyı hatırladı.
...
"Hahaha!" Kırmızı gözlü, küçük bir çocuk, bir başka çocukla birlikte koşarken, neşeyle güldü. Konuşmuyorlardı, ama anlaşılan o ki, ebelemece oynuyorlardı.
Kızıl gözlü çocuk, arkasına bakarak koşarken, önünde duran kişiyi fark etmedi ve ona çarptı.
Şaşkınlıkla geri çekilirken, ağzı bir 'ah' diyormuş gibi açıktı.
"Burada ne yapıyorsun? İki saattir seni arıyorum!" Karşısındaki kadın, kolunu sertçe kavrayarak sürüklerken, onu azarladı.
"Ama oyunumuz daha bitmedi! Beni bırak majesty(dili dönmediği için ona böyle diyordu)!" Kızıl gözlü çocuk dudaklarını büzerek sızlandı ve kavrayışından kurtularak koşmaya başladı.
Ancak önüne dikkat etmediği için takılıp düşmüştü.
"Sana gelmeni emrettim. Ne yapıyorsun?!" Kadın tekrar, ama bu sefer acıtıcı derecede sıkı bir şekilde kolunu kavradı ve onu saraydan içeri sürükledi.
Saraya girdiklerinde, kızıl gözlü çocuk ağlıyordu—acıdan değildi, ama oyununu yarım bıraktığı için üzülmüştü.
"Ağlamayı kes. Sen benimsin. Ne dersem onu yapacaksın." diye onu tekrar azarladı kadın ve çok hafifçe de olsa, ağzına vurdu.
Kızıl gözlü çocuk ara sıra burnunu çekse de, ağlamayı kesti. Ama o kadar mahzun, o kadar üzgün görünüyordu ki...
"Çok gülmeni istiyor olsaydım bunlar olmazdı." dedi kadın, çocuğun kollarındaki izleri gösterirken. Kesik değildi, ama kırmızı, mor lekelerdi.
Bunun üzerine çocuk tekrar ağlamaya başladı ve bu sefer susturulamadı.
...
Halilintar'ın gülümsemesi yavaşça soldu. Artık en az 13 yaşındaydı. Ağlamak istiyor, ama şartlar nedeniyle nadiren bunu yapabiliyordu. O günden bugüne ne değişmişti?...
...Muhtemelen hiçbir şey.
Kraliçenin durduğunu fark ettiğinde, düşüncelerinden sıyrıldı ve başını kaldırdı.
Kraliçe sakin bir ifadeyle, önünde durdukları odaya girdi ve ona da girmesini işaret etti.
Halilintar şaşkınlıkla kaşını kaldırdı, ama yine itaatkarlıkla içeri girdi ve bir kenarda Kraliçeyi izlemeye koyuldu.
Kraliçe aslında fazla geniş olmayan odadaki askılardan birinde asılı duran; uzun, başlığı olan taba rengi işlemeli pelerini aldı ve üzerinde geçirdi. Daha sonra da başlığını alnına kadar çekti. Ve ona gülümsedi. "Kraliyet üyeleri dışarı çıkarken asıl kimliklerini gizlerler. Bunun sebebi hem kendilerini korumak, hem de halkı telaşa sokmamaktır."
"Ooh..." Halilintar başını sallarken, etkilenmiş göründü. Ancak kraliçenin kendisine attığı bakış ve başına koyduğu eli, yanaklarının ısınmasına neden oldu.
Anlaşılan bu basit bir şeydi ve böyle bir tepkiye gerek yoktu.
Birlikte saraydan dışarı adımını attığı anda, insanların arasında kalan Halilintar neye uğradığını şaşırdı ve kalabalıkla birlikte yola savruldu.
"Elimi tut çocuğum, kaybolursun." Kraliçe gülümseyerek elini tuttu ve onu ustaca kalabalıktan çekip çıkardı.
Sersemlemiş Halilintar gözlerini kırpıştırırken, Kraliçenin eline bir can simidi gibi sıkı sıkıya tutundu. Başkalarına annesini kaybetmek istemeyen bir bebek gibi görünmeyi umursamıyordu. Ayrıca bu giysilerle kadının hizmetçisi olduğu her türlü anlaşılırdı.
"Pekala, yakınlarda açılmış çok hoş bir panayır var. Gitmek ister misin? Güzel olacaktır." dedi Kraliçe gülümseyerek. Onun ifadesini fark ettiğindeyse, yüzünde derin bir acıma ifadesi oluştu.
"Panayır nedir?" diye sordu Halilintar kayıtsız bir merakla. Ne olduğunu bilmediği şeylerin sayısı artıyordu ve bu yüzden beklenen tepkiyi de veremiyordu.
Bu rahatsız ediciydi. Halilintar hiç bu kadar cahil hissetmemişti.
"Panayırlarda satılık eşyalar, birbirinden güzel yiyecekler ve lunapark olur." dedi Kraliçe sakince gülümseyerek. Başını okşarken, göz kırptı. "Orayı beğeneceksin, inan bana."
Halilintar şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı ancak daha fazla soru sormadı ve kraliçeyi takip etti.
Panayır gerçekten kocamandı. Her tarafta göz alıcı, rengarenk ışıklar, yemek, geleneksel kıyafetler ve dahasını satan tezgahlar vardı. Ayracı her tezgahtarın kendine özel tezgah lambaları vardı.
"Beğendin mi?" diye sordu Kraliçe Satriantar, zarafet dolu, ağır adımlarla yürürken. "Bu panayır yılda sadece bir kez kurulur ama krallık için önemi büyüktür. Birçok insan buraya gelir ve normal zamanda almaya fırsat bulamadığı şeyleri buradan temin eder. Kraliyet üyeleriyse, burayı gezerek halkı kontrol eder, herkesin memnun olduğundan emin olurlar."
"Anladım..." diye mırıldandı Halilintar başını sallayarak.
Kraliçenin tavsiyesiyle, genellikle aşırı baharatlı yiyecekler satan bir tezgahın önünde durdular.
"Ah, şunlardan dene küçüğüm. Diğerleri çok acı." dedi Kraliçe endişeyle ama Halilintar'ın merakı, sağduyusundan üstün gelmişti, bu yüzden Kraliçeyi dinlemeyerek bir tanesini kaptığı gibi ısırdı.
Kraliçe ondan büyük bir tepki beklemişti ancak bunun yerine, Halilintar dudaklarını yaladı ve keyifle yemeyi sürdürdü. "Imm... Lezzetli... Bunu beğendim... Keşke prenses de... Bana böyle şeyler yedirse..."
Kraliçe oldukça şaşırmış olsa da, nezaketini koruyarak gülümsedi ve, "Halilintar, tatlım, bu... Aşırı baharatlı değil miydi?" diye sordu.
"Benim... Acı kotam yüksektir." dedi Halilintar gülümsemeye ve kibar konuşmaya çalışarak.
"Pekala, hadi devam edelim."
Kraliçeyle birlikte gece yarısına kadar dolaştıktan sonra, saraya geri döndüler.
"İyi geceler küçüğüm..." Kraliçe Satriantar Halilintar yarı uyur bir şekilde hücresine kıvrılırken fısıldadı ve hafifçe saçlarına dokundu.
"İyi...geceler..." Halilintar'ın, gözkapakları düşerken mırıldandığı son şey bu oldu.
Bugün gerçekten yorucuydu, üstüne bir de panayırı gezmek...
Aslında fena değildi.
Halilintar hafifçe gülümsedi ve uykuya daldı.
...
"Halilintar~ Uyanma zamanı~"
Halilintar yavaşça doğrulurken, hala uykulu hissettiği için gözlerini ovuşturuyordu. Belki de bu yüzden iki saniye bile durmadan tekrar zemine uzanmıştı.
"Halilintar~ Uyanma zamanı dedim, kalk."
Halilintar kendini uyanmaya zorlarken, içinde öfke yükseliyordu. Zaten uykusundan uyandırıldığında hep huysuz olurdu.
"Bugün iyi uyumadın mı? Uykusuz görünüyorsun." dedi prenses onu kolundan tutarak ayağa kaldırırken, kaşlarını kaldırarak.
Halilintar başını iki yana salladı ve prensesin eğlenen bakışlarına aldırmadan, prensesin elini tuttu (yoksa uyuyakalıp düşebilirdi—en azından bu utanç onu ayakta tutardı).
"Bugün biraz sana bakım yapacağım tatlım." dedi Kira'na gülümseyerek; oldukça ifadesiz görünen çocuksa, başını sallamakla yetindi.
Kira'na, Halilintar'ı kolundan tutarak, odasındaki sandalyeye oturttu. "Kolunu uzat—tabii ki de açarak, seni şaşkın çocuk."
Kira'na elindeki merhemle bileğini ovuştururken, "Çabuk iyileşmen gerek, ne nazik, nazlı bir vücudun var." diye söyleniyordu. "Bir an önce iyileşmeli ve eski pürüzsüz, pamuksu cildine geri dönmelisin."
Halilintar Kira'na'nın talebiyle omzunu da açarken, ifadesi değişmedi, ama kızıl gözlerinde bir şey çakmış, içinden öfke dolu sözler geçmişti.
"Hmm, en önemlisi yüzün." dedi Kira'na kendini beğenmiş bir gülümsemeyle. "Eğer yüzünde kesik izi kalırsa çok üzülürüm, kahrolurum. Bu yüzden iyileşmelisin."
Halilintar kadının kendisine bu kadar yakın olmasından rahatsızlık duyuyor, geri çekilmek istiyordu ama kaçabileceği bir yer yoktu. Ayrıca prenses yalnızca ona yardım ediyordu, başka bir şey değil.
Bu yüzden başını çevirme isteğini görmezden gelmeye çalıştı ve cesurca (?) prensesin gözlerinin içine bakmayı sürdürdü.
Prenses ise, gözlerini kıstı ve kaşları çatıldı. "Gözlerini yere indir Halilintar. Bana öyle bakmayı aklından bile geçirme."
Halilintar öfkeyle dişlerini sıktı, ne yapsa yanlıştı. En iyisi hiçbir şey yapmamak, prenses ne derse onu yapmaktı.
Ama kendi hayatını yaşamak istiyordu.
"Harikasın Halilintar~" Kira'na çocuğun çenesini kaldırarak kendisine bakmasını sağladı ve tatmin olmuş bir şekilde gülümserken, ellerini çırptı. "Artık serbestsin. Git bakalım."
Halilintar bir kapıya, bir de Kira'na'ya baktı. Sanki bunun arkasında tuzak olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.
"Evet, gerçekten gidebilirsin." dedi Kira'na kıkırdayarak. "Ama akşam bu odaya geri dönmezsen ve sarayın kapısından öteye tek bir adım atarsan hücrenden dışarı bir daha çıkamazsın."
Bunun üzerine Halilintar ayağa fırladı ve koşarak uzaklaştı.
Kira'na ise, gülümsüyordu, ancak iyi kalpli bir gülümseme değildi bu.
...
Halilintar nefes nefese kalmış olmasına rağmen, koşmayı sürdürdü. Bahçedeki çocukları görmek istiyordu. Onları görmeliydi.
Bahçeye çıktığını bildiği ahşap kapıyı ittirdi ve dışarı adımını attı.
İç geçirdi ve ciğerleri taze havanın tadını çıkardı.
Gevşediğini, içindeki negatif enerjiyi attığını hissettiğinde, gözlerini açtı ve canlı gözlerle çevreyi süzdü. Peki neredeydiler—
"Abang Halilintar!"
"Allahuakbar!" Halilintar saraydakilerden öğrendiği bir ifadeyle bağırırken, birden fazla kişinin kendisini yere serdiğini hissetti.
"İşte geldin! Sonunda yapacağını biliyordum!" dedi göğsüne oturan çocuk, neşeyle.
"Ah... Thorn... Bari ilerideki sallanan koltuğa otursaydık..." diye mırıldandı Halilintar—bunun üzerine çocuklar üzerinden kalktılar ve onu sallanan koltuğa sürüklediler. Onu ortalarına oturturken, hepsi onun etrafına yerleşmişti.
Yalnızca bir çocuk, yere, Halilintar'ın karşısında bağdaş kurarak oturmuş, dikkatle ona bakıyordu.
"Taufan? Neden oturmadın?" diye sordu Halilintar şaşkınlıkla ancak Taufan gözlerini daha da kıstı ve sessizliğini sürdürdü.
"Neler yaptığını anlat!" diye bağırdı enerjik görünen bir çocuk, onu sarsarak. Bu Blaze'di.
"Pekala, pekala..." Halilintar güldü ve dünden bugüne yaşadıklarını çocuklara uygun bir dille anlatmaya çalıştı. Bazı kısımları atlıyordu elbette ama bilmedikleri şey, çocuklara zarar vermezdi değil mi?
Taufan'sa, tüm süre boyunca onun gözlerinin içine bakmayı sürdürdü. Mavi gözlerinde belirsiz, kuşkulu bir ifade vardı.
Halilintar konuşmayı bitirdiğinde, ayağa kalktı ve hiçbir şey demezken, koşarak uzaklaştı.
"Bana mı öyle geldi, yoksa gözlerinin rengi koyulaştı mı?" diye sordu Halilintar şaşkınlıkla.
"Olabilir. Sonuçta bu Taufan, hiç kimseye anlatmadığı sırları olduğundan eminim." dedi Thorn omuz silkerek.
Halilintar'sa meraklanmıştı. Taufan... Onu yalnız bulmalı, ve yalnız konuşmalıydı.
Değerli, mavi ve bilinmez bir safir...
...
Uzaklarda, Halilintar'ı izlemeyi sürdüren çocuk, gözlerini kıstı. "Asıl Taufan'la tanışmak zannettiğiniz kadar kolay olmayacak..."
Devam edecek...
Bu kadar uzun sürdüğü için üzgünüm 😭 böyle olmasını istemiyordum ama istemsizce daha fazla detay— tamam tamam, sizin iyiliğiniz içindi ama.
Bu arada Thorn, Duri'yle aynı. Biliyor muydunuz? Hehehe. Ve evet, Duri—affedersiniz, Thorn bu hikayede kız karakter.
Yorumlar
Yorum Gönder