SHOULD HURT YOU- 4
4: Nostalji ve Kurallar Hakkında
"Amacın neydi ha?! Kendini hür çocuklarla bir mi tutuyorsun?!"
Halilintar bu sefer suçunun ne olduğunu bilmiyordu. Prensesin bunu sadece bahane ettiğini biliyordu ama ne yapmıştı da onu kızdırmıştı?
Prenses Kira'na çenesini sıkıca kavrarken, kızıl gözleri onun gözlerine hançer gibi saplanmıştı. "Eğer emirlerime uymazsan böyle durumlara çok düşersin!"
"A...ama ne yaptım?..." diye sordu Halilintar zayıf bir sesle ancak Kira'na yakasını kavradı ve yüzünü yüzüne yaklaştırırken gözlerini kıstı. "Hür insanlarla konuştun ve onlarla aynı seviyede gibi davrandın!" diye bağırırken, onu yere ittirdi. "Sen hür değilsin! Sen sadece hizmetçinin birisin! Eğer ben olmasaydım şuan yaşıyor olmaz, ölüp giderdin!"
"Tamam." Halilintar öksürdü ancak devam etti. "Söylediklerinizde haklısınız majesteleri, hür çocuklarla oynamamalıydım. Bana vereceğiniz cezaya itiraz etmeyeceğim."
"Hah, bu saatten sonra itaatkarlık senin işine yaramayacak... Onu hücresine götürün." Kira'na zar zor ayağa kalkan, zincirlenmiş çocuğa keskin bir bakış atarken, gözlerini kısarak ekledi. "Onunla ben ilgileneceğim."
...
Halilintar daha önce kendisine verilen sakinleştiriciden dolayı, hücresine yürürken sık sık görüşü bulanıklaşmakta, sendelemekteydi. Prensesin amacının ne olduğunu bilmiyordu, ama ona iyi davranmayacağı kesindi.
Onu sürükleyen korumalar, bileklerindeki zincirlerin diğer ucunu hücrenin zeminindeki kancaya geçirdiler ve onu orada bıraktılar.
Halilintar'sa, sakinleştiricinin etkisine daha fazla karşı koyamamış ve uykuya teslim olmuştu.
...
"Halilintar... Hali—..."
Halilintar önünde, koyu mavi pelerinli birini görüyordu. Koyu mavi gözleri karanlıkta daha keskin ve ürkütücüydü.
Bir erkek olduğu kesindi. Öyleyse neden sesi Kraliçe Satriantar'a benziyordu?
...
"Hıh!" Halilintar nefesi kesilerek doğruldu. O mavili figür... Şeye benziyordu... Şeye... Ah, adını bir türlü hatırlayamadığı biriydi sanki.
Oturma pozisyonuna geçerken, dizlerini göğsüne çekti ve kollarını bacaklarınsa sararak, yıldırım kürelerinden gelen uğultuyu dinlemeye koyuldu.
Gerçekten amaçsızdı ve böyle anlar, düşünülmemesi, hissedilmemesi gereken şeylerin düşünülmesi ve hissedilmesi için yeterliydi.
Daha önce hiç böyle bir şey hissetmemiş olmasına rağmen, özgürlük arzusu aniden ruhunu ele geçirdi.
"Hayır, saçmalamaya başlıyorum..." Halilintar sırtını serin, taş duvara yaslarken, parmaklarını saçlarına geçirdi ve nefes almaya çalıştı. "Özgürlük arzusu... Hah, 'özgürlük' sana yakın mı geliyor Halilintar?..."
Ah, Kira'na gibi konuşmaya başlamıştı.
İç geçirdi ve kalbindeki arzuyu susturmaya çalışırken, başını iki yana salladı. "Hayır, kesinlikle delirmeye başladım..."
Tutsak olmak, susuzluk gibiydi. Kalbini yakıp kavuruyor, özgürlük için adeta yalvartıyordu.
Halilintar aklına gelen olasılıkla elini alnına koyarak bir kez daha iç çekti. Eğer bilerek ya da bilmeyerek Kira'na'dan özgürlüğünü isteyecek olursa.... Bu onun sonu olurdu. Acı çekmesi için onu bir daha hücresinden dışarı çıkartmazdı.
Ancak şuan gerçekten çıkması gerekiyordu.
Halilintar el ve ayak bileklerindeki zincirleri inceledi. Acaba bunları... çıkarma ihtimali var mıydı?
Kendi saflığına güldü, kesinlikle delirmeye başlamıştı; bu imkansızdı.
Ama mümkün olan bir şey vardı.
Hücresinin önünde, tavana yakın pencereden vuran ay ışığıyla metal bir şey parlıyordu.
Halilintar elini parmaklıkların arasından uzatarak, metal cisme uzandı.
İşe bak, özgürlüğü elindeydi!
"Anahtarı buraya kim koydu ki?... Ha?..."
Anahtara bir kağıt parçası bağlanmıştı. Üzerindeyse...bir takım şekiller vardı. Ama ne?...
Ah, tabii, bu bir el yazısı olmalıydı.
"Okuma bilmediğini ne çabuk unutuyorsun?..." diye mırıldandı kendi kendine, başını eğerken. Gerçekten bir utanç kaynağı olmalıydı. Ama hizmetçi bir çocuktan ne beklenebilirdi ki? Tek yapabildiği, gün boyu kesintisizce çalıştıktan sonra, yorgunluktan bayılmamayı umarak hizmetçilerin yatakhanesine gitmek ve kendisine verilen küçük yatağa gömülmekti—tabii Kira'na onu hücresine göndermediyse.
Dişleri hala bembeyaz ve sapasağlam olduğu için şükretmeliydi.
Bir süre uğraştıktan sonra, el ve ayak bileklerindeki zincirlerden kurtulmayı başardı.... Özgürdü.
Hücresinin kapısını da açtı ve ittirdiği gibi, aralıktan dışarı fırladı. Hapishaneden dışarı, saraya çıkan merdivenlere koşarken, bu hapishanede yalnızca kendisi olduğu için bir kez daha şükretti.
Merdivenleri soluksuzca tırmanırken, bir ara ayağı takıldı ve sağ bacağında fazla büyük olmayan bir acı hissetti— dizini taş merdivenlere vurmuştu.
Ama Halilintar duraksamadan kalan basamakları da çıktı ve karanlık, uykuda olan sarayın koridorlarında koşmaya başladı.
Sarayın en tepesindeki seyir balkonuna çıkacaktı.
Eh, oraya çıkmak için epey bir merdiven çıkması gerekecekti ama buna değecekti.
Bu balkonu nasıl keşfettiğiyse, yine çocukluk anılarından birine dayanıyordu.
...
"Gel bakalım Halilintar, gezmek istersin değil mi?" İleriki halinden daha yumuşak ama yine de sert bir mizaca sahip olan Kira'na, 4 yaşındaki, minyon yapılı Halilinar'ı kucakladı ve sarayın üst katlarına çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı.
Bir ara, katlardan birinde nefeslenmek için durduğunda, Halilintar'ın düğme gibi küçük burnunu sıktı ve gülümsedi (küçük çocukların burnu çok tatlı). "Nereye gidiyoruz biliyor musun canım?"
"Nereye anne?" diye sordu küçük Halilintar meraklı ve saf bakışlarla (o zamanlar ona doğal olarak anne diyordu ancak söz anlayacak yaşa geldiğinde, Kira'na bunu söylemesini yasakladı).
"Yukarıya." dedi Kira'na gizemli bir gülümsemeyle ve yukarı çıkmaya devam ettiler.
Merdivenlerin sonunda, bir tane daha kat değil, bir kapı vardı. Kira'na kapıyı açtı ve birlikte sarayın seyir balkonuna çıktılar. "Bak canım, her yer görünüyor."
Küçük Halilintar neşeyle ellerini çırptı. Sonra kıvranarak Kira'na'nın kucağından sıyrıldı ve yüzünü balkonun cam korkuluğuna yapıştırdı. "Anne, bak! Işıklar!"
"Evet, tatlım..."
...
Halilintar nostaljik anılarla dolu balkona adım atarken, dudakları muzip bir ifadeye kıvrıldı.
Ancak bu gece onu ışıklardan daha etkileyici bir şey bekliyordu.
Cam korkulukların üzerinde oturan, kendi yaşlarında bir figür, onun nefesinin kesilme sesini duydu ve dönüp baktı.
Halilintar karanlıkta parlayan o bir çift koyu mavi irisi elbette tanımıştı. "Taufan...? Sen nasıl—"
Taufan tıpkı gündüz olduğu gibi, gözlerini kıstı ve balkondan içeri atladı.
Halilintar ona doğru bir adım atmak istediğinde, başında müthiş bir acı hissetti ve inleyerek yere çöktü. "Ergh... Ne...ne oluyor?..."
Görüşü bulanıklaşmaya başladı ve beyaz bir ışığa boğuldu. Dizlerinin üzerinde duran ve ellerinden destek alarak ayakta durabilen Halilintar, başını kaldırdığında, gözleri bembeyaz bir ışıkla parlıyordu.
Görüşünü tekrar kazandığındaysa...
Etrafı geceyi anımsatan, kadifemsi bir lacivertti ve bu karanlığın içinde adımları beyaz bir ışık yayan bir figür, Taufan vardı.
"T-Ta-Tau-fan..." Biri tarafından yere ittirilmişçesine yere çöken Halilintar, zar zor çocuğa seslendi ancak bir cevap alamadı.
Bunun yerine çocuk ona yaklaştı ve önünde çöktü.
Titreyen Halilitar, ellerini tuttuğunu hissettiğinde, başını kaldırıp baktı ve çocuğun ciddi ve keskin bakışlarıyla karşılaştı. "Kalk."
"Yapamıyorum..." Halilintar ellerini yere bastırdı ve kalkmaya çalışırken, beklenmedik bir şekilde hıçkırdı.
"Yapabilirsin." Taufan'ın keskin koyu mavi gözleri yumuşadı ve yüzünü gölgeleyen kapüşonlu pelerinin çıkarıp, onun omuzlarına sardı.
Halilintar şaşkınlıkla başını kaldırıp baktığında, o lacivert renkli farklı boyuttan çıkmış, sarayın seyir balkonuna geri dönmüşlerdi.
Taufan şaşkınlıkla kendisine bakan Halilintar'a aldırmadan, ayağa kalktı ve balkonun korkuluklarını tırmandı.
Kaşla göz arasında atlamıştı.
Ne olduğunu anlayamayan Halilintar, ileri atıldı ve balkondan sarkıp aşağı baktı, ancak çocuk karanlığa karışmıştı—omuzlarına sarılır koyu mavi, ipek işlemeli kalın pelerin hariç.
Halilintar ne olduğunu bilmiyordu. Ama Taufan kendisinden yaşça büyük gibi konuşuyordu ve bedeni onu ilk gördüğü halinden çok daha farklıydı.
Onun arkasından atlayıp atlamaması gerektiğini düşünürken, seyir balkonunun kapısı çarpılarak açıldı ve o arkasını bile dönemeden, bir el bileğini sertçe kavradı.
Halilintar'ın ne olduğunu anlamak için başını çevirmesine gerek yoktu. Gözleri kocaman açılmış ve donup kalmıştı. "Ma-majesteleri..."
"Hemen benimle geliyorsun." dedi Kira'na öfkeli bir sesle. Bekleyen muhafızlara sertçe işaret etti. "Onu zincirleyin ve taht odasına götürün."
Halilintar'sa, kaderine razı olmuş bir şekilde, karşı çıkmazken, özgürlük hayallerinin sonsuza kadar paramparça olduğunu hissediyordu.
...
"Halilintar, kendisine verilen hücreden prensesin izni dışında çıkmış ve yasak bölgeye, sarayın seyir balkonuna gitmiştir. Majestelerinin emri nedir?"
Taht salonunda, kraliçenin karşısında diz çöktürülmüş olan Halilintar, başını kaldırdı ve küçük bir umut, Kraliçeye baktı. "Ma...majesteleri Satriantar?..."
"Ah, beni biriyle karıştırdın." Tahtından kalkıp ağır adımlarla ona yaklaşan Kraliçe sakince gülümsedi. "Ben Kraliçe Ruby, Satriantar değil."
Halilintar şaşkınlıkla kaşını kaldırdı. "Öyleyse...O nerede?"
"Bilmiyoruz. Ama öldüğü kesin. Seni temin ediyorum, krallık kayıtlarımızda Satriantar adında bir kadın yok." dedi Kraliçe Ruby gülümsemeyi sürdürürken. "O, erkek çocuklarının hoş görülmediği bir zamanda, bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Saraydakilerin oğluna zarar vermelerinden korkarak, kaçtı. Ama sanırım ölmüştür, halktan herhangi bir kimsenin ona yardım etmiş olduğunu sanmıyorum."
Halilintar şaşkınlıkla, biraz da dehşetle düşündü. O zaman... O ölmüş biriyle mi konuşuyordu?! Hayır hayır, öyleyse bu kadın hala hayattaydı ve kaçak bir hayat yaşıyordu—ki davranışlarına bakılırsa buna şaşmamak gerekirdi.
Peki ya varis meselesi?
Kadın ölen oğluna karşılık onu bulmuştu ve acısı onunla mı teselli buluyordu acaba?
"Her neyse." Kraliçe Ruby siyah eldivenli ellerini çırptı ve Halilintar'ın saçlarını karıştırdı. "İşimize geri dönecek olursak... Bir süreliğine saraya girmek yok Halilintar. Seni saraydan uzaklaştırıyorum."
"Ha? Ama bu—bu büyük bir ceza!" diye karşı çıktı Halilintar ancak Kraliçe Ruby kararından taviz verecek gibi görünmüyordu. "Sarayın birden fazla kuralını çiğnedin. Seni uzaklaştırmak zorundayım."
"..." Halilintar iç çekti ve başını eğerken, daha fazla itiraz etmedi. Bu da onun emirlere boyun eğme şekliydi.
Cezasına katlanacaktı. Her ne kadar bir süre bahçede uyumak ve aç kalmak anlamına gelse de.
...
"Haah..." Halilintar uyanırken, esnedi ve doğruldu. Ama sallanan koltukta uyuduğunu unuttuğu için, neredeyse yere yuvarlanıyordu—ve düştü de.
"Aish..." Başını ovuştururken, homurdandı. Çimlerin üzerinde uyumadığı için şükretmek istiyordu ama başını yere vurarak değil.
Ancak onu bekleyen bir sürpriz vardı.
"Eh? Bu hala yanımda mı?"
Tekrar sallanan koltuğa oturduğunda, omuzlarından kaymış ve sallanan koltuğun üzerinde kalmış olan pelerini fark etti.
Dün gece Taufan'ın omuzlarına sardığı kalın pelerin ve Taufan'ın kendisi de... Tüm gece pelerinle mi uyumuş—
Ne.
"Waaah!" Yine yere yuvarlanacaktı ki, çocuk iki elini de uzattı ve onu nazikçe havaya kaldırdı. Onu tutmuyor olmasına rağmen, Halilintar sanki kucaklanmış gibi havadaydı. "Ha?... Neler oluyor?..."
"Çok fazla düşünüyorsun."
Zihninde yankılanan ses onu ürküttü ve korku, dehşet karışımı bir ifadeyle parlayan yakut kızılı gözleri, elleri hala ona doğru uzanmış bir şekilde duran, ama kendisine temas etmeyen Taufan'a kaydı. "Dudakları hareket etmiyor?! Neler oluyor!? Nasıl konuşuyor?!"
Gözleri beyaz bir ışıkla parlayan Taufan, onları kırpıştırınca, normale döndü ve gülümseyerek ona baktı. "Öğrenmen gereken çok şey var... Tıpkı düşüncelerimle nasıl konuştuğum gibi..."
Halilintar bayılmadan önce, sallanan koltuğa düştüğünü hissederken, duyduğu son şey bu oldu.
Devam edecek...
Yorumlar
Yorum Gönder