OVERLAPPİNG STORMS- 10

 10: Ağaçların Arasında Bir Gül ve Blue Morpho

"Evdeyim."

Voltra kapıyı kapattı ve elindeki alışveriş poşetlerini yere bırakırken, şaşkınlıkla kaşlarını çattı. Eve inanılmaz bir sessizlik hakimdi. Onu her zaman kapıda karşılayan ve Halilintar hakkında şikayet eden Angin neredeydi?

Voltra, bugün eğitim yapamamıştı. Evin ihtiyaçları birikmişti ve tüm kardeşler eğitimde olacaktı. En büyük olarak bir günlük fedakarlık yapmış ve alışverişe yalnız gitmişti.

İç çekti ve ceketini askıya asarken, başını iki yana salladı. Belki de hepsi odasına çekilmişti.

"Uhh, Allah'ım, araba olmasaydı bunları nasıl taşıyacaktım?..." diye kendi kendine sızlandı ve poşetleri mutfağa taşıdı. Anlaşılan o ki, Crystal de hala eve gelmemişti. Bunun iki anlamı vardı: birincisi, Crystal bugün biraz gecikecek. Ve ikincisi... Yemeği o yapmak zorunda kalacaktı.

Tam iç çektiği ve omuzları düştüğü sırada, birinin beline sarıldığını hissetti ve kaskatı kesildi.

"Abang Voltra!"

"Ah, Thorn." Voltra gevşeyerek, sessizce kıkırdarken, Thorn'ün saçlarını karıştırdı. "Günün nasıl geçti Thornie?"

Thorn ağabeyinin fiziksel temastan hoşlanmadığını bilerek geri çekilirken, gülümseyerek başını salladı. "Güzeldi! Abang Nova ve abang Rimba, Blaze'le bana eğitim verdi. İkisi de çok eğlenceli."

"Hah, eminim öyledir." diye homurdandı Voltra gözlerini devirerek. Bir yandan yemek hazırlamakla meşguldü. "Umarım o ikisi bir gün yanlışlıkla sizi öldürmez."

"Hihi..." Thorn kıkırdadı. Voltra ilk başta tepki vermediyse de, sonra dayanamayarak o da güldü. Thorn'ün neşesi çok bulaşıcıydı.

Ne var ki endişelenilmesi gereken çok fazla şey vardı.

Voltra aniden zihnine hücum eden endişelerle, yeşilli çocuğa döndü. "Hey Thorn. Herkes nerede? Özellikle de ağabeyler?"

"Umm..." Thorn işaret parmağıyla çenesine vurarak biraz düşündü. Sonra gülümsedi. "Ağabeylerin hepsi kendi odasında. Dinleniyorlar. Biz de salonda oturuyoruz ama o kadar yorgunuz ki, hiçbirimizin sesi çıkmıyor."

"Ah, anladım..." Voltra başını salladı, endişelenecek bir şey kalmamıştı.

Bir süre sessizlik oluştu -ki bu Thorn gibi biri için tuhaf bir şeydi- Voltra'nın sebzeleri doğrarken veya yemeği karıştırırken çıkardığı sesler dışında hiçbir şey duyulmuyordu.

Neden sonra Thorn, tereddütlü bir sesle, "Bir şey var abang ama... Önemli sayılır mı bilmiyorum." dedi.

Voltra yemeği karıştırmayı bir an durdurdu, fakat başını sallayarak devam etmesini işaret etti.

"Abang Bel ve Angin'i görmedim. Eve girdiklerini görmedim demek istiyorum. Ben duştayken gelmiş olabilirler ama öyle olsaydı en azından Angin'i görürdüm. Evet, Hali'yi de görmedim. Neden gelmediler bilmiyorum." Thorn ellerini iki yana açtı ve omuz silkti.

Voltra iç çekti -bunu yapmayı bırakması gerekiyordu- ve mutfaktan çıkıp, merdivenlerin başına gitti. "Gamma!"

"Yine ne var?!" Yukarıdaki odalardan birinden bezgin bir bağırış duyuldu ve çok geçmeden adı geçen kişi merdiven korkuluklarında belirdi. "Bu saatte ne istiyorsun huysuz keçi?"

"Durum acil olmasa ve evde Crystal olsa yemin ediyorum..." Voltra uzun bir söylev çekmemek için bir kez daha iç çekmek zorunda kaldı ve parmağıyla aşağı inmesini işaret etti. "Aşağı in ve yemeği hazırla. O şaşkınlara yemek konusunda güvenmiyorum..."

"Neden ben?" diye sızlandı Gamma ve sorgularcasına Voltra'ya baktı. "Beliung nerede? Ondan niye istemiyorsun?"

"Beliung'u aramaya gidiyorum aptal!" Zavallı genç, o kadar yüksek sesle bağırmıştı ki, tüm kardeşlerin -salondakiler dahil- uykusu kaçtı.

Voltra öfkeyle soluyarak, aşağı inen Gamma'ya mutfağı işaret etti ve askıdan ceketini aldı. Korku içerisinde kendisine bakan Thorn'un yanağını sıktı fakat endişeden dolayı, bunu yapmayı istemesine karşın bir türlü gülümseyemiyordu. "Korkma Thornie, ben sadece... Gerginim. Yemek yiyin ve beni beklemeyin, tamam mı? Ben o kayıp üçlüyü bulacağım."

Thorn tepki bile veremeden, ayakkabılarını alelacele ayağına geçirmiş ve kapıyı çekmişti.

Kapının oluşturduğu rüzgar yüzünden hafifçe irkilen Thorn, gözlerini kırpıştırdı. Sonra çocuksu bir masumiyetle, dua edercesine ellerini kaldırdı. "Ah... Umarım iyi olurlar."

...

"Taufan (unutkan biri daha)! Beliung! Halilintar!" Voltra ellerini ağzının iki yanına koymuş, boğazı yırtılırcasına bağırarak adı geçen kardeşlerine sesleniyordu.

Hava kararmıştı, orman ağaçlarla kaplı olduğu için daha da karanlıktı ve kardeşlerini bulamayan zavallı Voltra kaygıdan kahroluyordu. Sanki yer yarılmıştı da yerin dibine girmişlerdi.

Bir iyi iki de kötü sonuca varmıştı. İyi haber; kardeşleri ormandan çıkmış olamazlardı, çünkü hava karardıktan sonra yönleri bulamazlardı. Kötü haber: bu kendisi için de geçerliydi ve sonuncu olarak; kardeşleri işaret vermek için ateş yakmadıklarına veya ortaya çıkmadıklarına göre, gerçekten bir sorun vardı.

Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu, ama bağırmaktan sesi kısılmış ve yorgun düşmüştü. Gün boyu alışveriş ve şimdi de bu...

Elleriyle dizlerinden destek alarak soluklanırken, istemsizce bir kez daha iç çekti -çok fazla iç çekiyordu-. Ciğerleri acımaya başlamıştı.

Ne olduğu konusunda aklına tuhaf ve korkunç teoriler geliyordu, fakat şimdi bunların hiç mi hiç sırası değildi.

Tekrar yürümeye başlayacaktı, fakat ondan önce yıllardır yapmadığı bir şey yaptı.

Uzun Yıldırım kılıcını oluşturdu.

Endişeleri bir anlığına dağıldı ve elini kendisi kadar uzun, kızıl-siyah kılıcın üzerinde gezdirirken, çok hafifçe kıkırdadı. "Görüşmeyeli çok uzun zaman oldu dostum."

Kılıç bir anlığına nabız gibi attıktan sonra, tekrar eski stabil uğultusuna geri döndü.

Voltra kılıcı kaldırarak etrafa baktı; kılıçtan yayılan, baş ağrıtmayan kızıl ışık çevresini biraz daha rahat görmesini sağlıyordu.

Bu şekilde ilerlemeye devam ederken, ağaçların yavaşça seyrekleşmeye başladığını fark etti. İleride bir epey bir açıklık oluşmuştu.

Şaşırtıcı bir şekilde, oradaki tüm ağaçlar savruluyor, hışırdıyordu. Sanki kuvvetli bir rüzgar vardı.

Voltra o alana adımını attığı anda, kuvvetli rüzgar yüzüne çarptı ve onu yere savurdu.

Onları bulmuştu. Ama dehşet verici bir şekilde.

Kendini toparladı ve bu sefer ayaklarını yere daha sağlam basarak doğruldu. Sesi kısılmıştı fakat yine de son bir güçle kardeşine seslendi. "Beliung!"

Adı geçen genç durdu ve başını kaldırıp ona baktı. Gözleri bir anlığına beyaz bir ışıkla parladıktan sonra, kirpiklerini kırpıştırdı ve gözleri normale döndü.

"Ah, olamaz... Bir bu eksikti." Voltra kılıcını yok ederken, kendi kendine mırıldandı ve hala dik dik kendisine bakan Beliung'a doğru bir adım attı fakat kuvvetli, keskin bir rüzgar onu ittirdi.

Zayıf bir fısıltıyı neredeyse kulağının dibinde duyunca sıçradı.

"Y-yaklaşma a-abang..."

"Angin?... Ona ne yaptın Beliung?! Ah..." Voltra eliyle boğazını tutarak öksürdü. Bu sondu, sesi daha fazla çıkmayacaktı.

"Ben hiçbir şey yapmadım?!" diye bağırdı Beliung, kendini savunmaktan çok, haksız yere suçlanan birinin çaresiz ve hayal kırıklığına uğramış sesiyle. Onun bu bağırışı üzerine rüzgar daha da şiddetlendi.

"B-Bel... Be-beni konuşturma..." Voltra tekrar öksürdü ve kardeşine sesini duyurabilmek umuduyla, "Bir şey yapmadıysan neden Angin'i saçlarından tutmuş yere vuruyorsun? Neden Beliung?" diye bağırdı—ya da artık bağırmaya çalıştı.

Uzun bir sessizlik oluştu. Rüzgar biraz hafifledi ve daha stabil, daha normal bir şekilde esmeye başladı.

"Ona ne olduğunu bilmiyorum... Onları böyle buldum..." diye fısıldadı Beliung, Angin'i bırakarak ayağa kalktı ve Voltra'ya doğru bir adım attı. Ama onun kızıl gözlerine baktığında, bir şeyi hatırlamış gibi durdu ve dönüp Angin'in yanında duran bir şeyi... Bir bedeni işaret etti.

Voltra gözlerini kısarak karanlıktaki silueti tanımaya çalıştı.

"Ha?... Bu, bu Hali... değil mi?..." Gözleri irileşirken, Beliung onun bu tepkisini bekliyormuşçasına sakindi. "Anladın değil mi?"

Voltra bunun olmadığından emin sayılırdı fakat, "Sen mi bir şey yaptın?..." sorusu dudaklarından dökülüverdi.

"Ben mi?" Beliung zayıf, titrek bir kahkaha attı. "Ben ya, tabii... Zaten katilim değil mi? Hepiniz biliyordunuz değil mi?..."

"Hayır hayır, Bel, Beliung, sen—" Voltra bakışlarını Halilintar'ın baygın figüründen ayırıp, Beliung'a döndüğünde, nefesi kesildi. Kardeşi ağlıyordu. Neden? Böyle bir şey yapmadığını bildiği halde neden?

"B-Beliung—"

"Onu da kaybetmek istemiyorum!" diye feryat etti Beliung (kelimenin tam anlamıyla feryat etti), sözünü keserek ve dizlerinin üstüne çöktü. Omuzları önce sessiz hıçkırıklarla sarsılırken, yavaş yavaş hıçkırıkları yükselmeye başladı.

Rüzgar tamamen dinmişti. O ana kadar zar zor da olsa bilinci yerinde olan Angin, aşırı güç kaybından bayılmıştı.

"Beliung, beni dinle—"

"Git! Git başımdan! Yalnız bırak beni!" diye haykırdı Beliung, Voltra'nın hareket etmesine vakit kalmadan, hala omuzlarında olan pelerinin kapüşonunu başına geçirdi ve Angin'in baygın vücuduna atıldı.

"Hayır, Beliung—!" Voltra içgüdülerinin ileri atılıp onu engellemesi için bağırdığını duyabiliyordu fakat sadece elini uzatabildi.

Beliung Angin'i yakaladı—hayır, nazikçe kucakladı ve iki koluyla sıkıca sarmalayarak, çocuğu göğsüne bastırdı. Arkası dönük olduğu ve kapüşonunu iyice çektiği için, Voltra ifadesini göremiyordu.

"Beliung... Bari en azından Halilintar'ı almama izin ver."

Genç gözlerini açıp ona dönmeye tenezzül dahi etmeden, başını iki yana salladı.

"Lütfen?..."

Israrlarına dayanamayıp izin verdiğini mi düşünüyorsun okuyucu? Hayır öyle yapmadı. Yavaşça ayağa kalktı, Angin'i sıkıca tuttuğu halde ağaçların arasına koştu ve karanlığın içinde kayboldu.

Voltra iç çekti ve yavaşça Halilintar'ın yanına yaklaştı. Kardeşini omzundan tutarak hafifçe sarstı fakat hiçbir tepki alamadı. Bunun üzerine kucaklayarak kaldırdı ve geldiği yön olduğunu umarak yürümeye başladı.

Halilintar'ın yaralı olduğunu henüz fark etmemişti.

...

"Hoş geldin Voltra—ah."

"Şşş! Sessiz ol biraz."

Crystal kaygılı bir ifadeyle Halilintar'a baktıktan sonra -Voltra'nın onu taşıması yeni bir şeydi- sorgularcasına Voltra'ya baktı. "Gecenin karanlığında geliyorsun, Halilintar'ı taşıyorsun -taşıyorsun!- ve sessiz olmamı mı bekliyorsun? Hem Beliung ve Angin nerede?"

"Bilmiyorum, bilmiyorum Crystal! Rahat bırak beni." diye çıkıştı Voltra sessizce ve kardeşini sorular içerisinde bırakarak Halilintar'la ortak odasına çıktı.

Crystal'in onu bırakacağını düşünmek bile saçmalıktı. Elbette ki onun arkasından merdivenleri sessizce ama aceleyle çıkmış ve odaya girmişti.

Voltra Halilintar'ı ranzanın alttaki yatağına yatırmış, üzerine eğilmiş, bir şey yapmaktaydı.

"Ne yapıyorsun?"

"Kör müsün, Halilintar'ın kıyafetlerini çıkarmaya çalışıyorum." diye homurdandı Voltra, başını bile kaldırmadan.

"Bekle, yardım edeyim. Bu işlerden anlarım." dedi Crystal ve onun onayını bile beklemeden, Halilintar'ın kimonosunun kuşağını çözdü—evet, hemen. Voltra'ya gülümsedi ve eliyle hafifçe omzuna vurdu. "Gerginken benim de elim ayağıma dolaşıyor, bu yüzden seni anlıyorum. Ama kızmadan önce iki kez düşün derim."

"..."

"Vol?"

"..."

"Hey, ne oldu?" Crystal bir sorun olduğunu sezdi ve kardeşinin ifadesini görebilmek için eğildi. Voltra'nın çatılan kaşlarını fark edince, endişeli bir şekilde, hafifçe onu sarstı. "Ne var, ne oldu Voltra?"

"Gitmeliyiz." Voltra ayağa kalktı ve Halilintar'ı kucakladı.

"Nereye? Ne oluyor—?"

"Halilintar yaralı." diye sözünü kesti Voltra, son kelimeyi vurgulayarak. "Hastaneye gitmeliyiz."

"Pe-pekala." Crystal itiraz bile etmeden, onu takip etti ve odadan çıkıp, aceleyle merdivenleri indiler. Voltra beklemeden evden çıkarken, Crystal kendisinin ve onun ceketini alarak peşinden çıktı.

...

Gece yarısı olmuş, her taraf, hayvanlar bile sessizliğe gömülmüştü. Kardeşlerin hepsi uyuyordu—biri hariç.

Kucağında minyon birini taşıyan, bu uzun boylu denebilecek kişi, karanlığa, göremediği için yüzünü çizen dikenli dallara aldırmadan, ormanı geçmiş gibi görünüyordu.

Sessizce, tek hamlede ikinci katta bulunan odasına ulaştı ve açık pencereden içeri atladı. Kucağındaki çocuğu yavaşça yatağa bıraktı ve iç çekti.

Bu kısa duraklamadan sonra çocuğu soydu; kirlenmiş ve çamura bulanmış kıyafetlerini çıkardı ve bunun yerine rahat pijamalarını giydirdi.

Bulutların Ay'ı örttüğü bir anda, çocuğun saçlarını okşadı ve yüzünde nazik bir tebessüm oluştu. Fakat olanları hatırladığında, bu gülümseme hemen kayboldu.

...

Ormandaki yalnız yürüyüşünü tamamlamış, Halilintar ve Angin'in eğitim yaptığı alana geri dönmüştü. Fakat gördüğü şey, dudaklarına kadar bembeyaz kesilmesine neden oldu.

O açıklık alanda kuvvetli, tozu dumana katan bir rüzgar esmekteydi; ortadaysa, Angin Halilintar'ın yanı başında diz çökmüş, omuzları sarsılıyordu.

"Angin! Ne oldu?!" Beliung transtan çıktı ve rüzgara rağmen koşarak Angin'in yanına çöktü. Çocuğun ağladığını görünce, donakaldı.

Neden sonra omzundan tutup onu sarstı. "Angin! Beni dinle! Neden ağlıyorsun? Halilintar neden baygın?"

"Bilmiyorum... Neden ağlıyorum? Kimin için ağlıyorum? Neden onun için ağlıyorum?... Hatta—" Angin yavaşça sıraladığı sorulardan sonra ağlamayı kesti ve başını kaldırıp boş gözlerle Beliung'a baktı. "Ben kimim?"

Beliung'un nefesi kesildi.

"Hayır!" Aniden üzerine atıldı ve çocuğu yere serdi. "Hayır! Onun zihnini ele geçiremeyeceksin! İzin vermeyeceğim!"

İşte böylelikle, çocuğu saçlarından tutmuş, yere vurmaya başlamıştı.

...

Beliung kendi pijamalarını da giydikten sonra, odanın kapısını kilitledi ve Angin'in yanına uzandı. Yumuşak ve serin gece esintisi yüzünden hafifçe uçuşan perdelere bakarken, bir eliyle kolları arasındaki çocuğun saçlarını karıştırıyordu.

"Seni koruyacağım Angin... Seni ondan koruduğumdan emin olacağım..."

Devam Edecek...

Etkilendiniz değil mi? Kabul edin öyle!

Ama haberiniz olsun, hiçbir şey zannettiğiniz gibi değil. Biraz kafa yormanızı tavsiye ederim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

XD

THE DANGERS OF PLAYİNG TOO MANY VİDEO GAMES

OVERLAPPİNG STORMS- 11