YAKALA BENİ!
Y.N: Angst'cılar! Toplanın! Hehe. Aaaa, özlemediniz mi ama? Neyse, başlayalım hehehe (ellerini ovuşturur).
Daha fazla not için bkz. hikayenin sonu.
Yakala Beni:
Halilintar ve Taufan, birbirlerine bir saptaki iki kiraz gibi bağlı ikizlerdi. Her ne kadar kırmızı ve mavi gibi zıt kişiliklere sahip olsalar da, birbirlerine sahip çıkmayı çok iyi bilirlerdi.
Ebeveynlerini, çok küçükken kaybettikleri için, birbirlerinden başka kimseye sahip değillerdi. Buna rağmen, kendi kendilerine geçinebiliyorlardı.
"Anne, baba!..."
"Taufan, git-gitmeliyiz kardeşim..."
"A-ama onlar?"
"Onlar... İyi olacaklar..."
Çift yumurta ikizleri olmalarına rağmen, onların benzerlikleri fiziklerinden ibaretti. Davranış ve seçimlerde taban tabana zıtlardı.
Taufan maviyi severdi; mavi gökyüzünü hatırlatırdı ona. Gözlerinin rengiydi mavi. Umut doluydu ve en dip durumlara kadar, umudu sönmeyen, parlak bir gülümsemesi vardı. Ne var ki bu gülümseme ikizi Halilintar'ı daha da perişan ederdi; çünkü eğer kötü bir durumda bile gülümsüyorsa, bu Taufan'ın yıkılmasına az kaldığının bir işaretiydi.
Anne ve babalarını kaybettiklerinde -kaza geçirmişlerdi- zavallı ikizler daha 6 yaşındalardı. Taufan'ın kendisi de kazadan payını almış, ancak birkaç küçük kırıkla kurtulabilmişti. Halilintar da öyleydi. Ama Taufan manevi olarak, ikizinden daha fazla yıpranmış, ebeveynlerinin öldüğünü duyunca sonu gelmez bir ağlama krizine girmişti.
Bunlara rağmen, şuan yumuşak gülümsemesi yüzünden eksik değildi Taufan'ın. Özellikle de yetimlere karşı daha sevgi dolu bir tutumu vardı.
Ah, neredeyse unuttuğumuz bir detay! Taufan'ın cinsiyeti, ikizinden farklıydı. O Halilintar'ın dünyada gördüğü en naif, en sevecen, en dayanıklı kızdı ve öyle de kalacak gibi görünüyordu.
Ve Halilintar... Ah Halilintar, Taufan'ın acı veren gülümsemelerinden, depresyon ve kaygı ataklarından nasibini alan kişi. Duygusal açıdan zayıf ve savunması kolayca parçalanan ikizi, sık sık alay konusu veya zorbaların hedefi oluyorken, Halilintar nasıl zayıflık gösterebilirdi? Buna cesaret edebilir miydi?
Kırmızıydı Halilintar. Kırmızıyı severdi, kırmızı her açıdan onu temsil ederdi; sinirliydi, bir yanardağ gibi kolayca patlayıverebilirdi. Kırmızı kan ve vahşet rengiydi, ama Halilintar için, güçlü, cesur ama merhametli babası demekti.
Halilintar'ın kendisiyse, çok kaotik bir kişiliğe sahipti. En ufak bir imada, en ufak eşek şakasında suratını asar, homurdanırdı (Taufan'ın kendisine sık sık şaka yaptığı doğruydu). Tabii, Taufan'la, gece vakti yalnız kaldıkları zamanlar hariç.
Halilintar'ın göz bebeğiydi o. Eğer Taufan... Hayır, bu olasılığı düşünmek bile istemiyordu. Kalbi milyon parçaya ayrılır, bir daha asla ayağa kalkamaz, hayatına devam edemezdi. İkizi onun her şeyiydi.
Halilintar yüzüne hep, 'güçlü olman gerek' denen bir çocuktu, bu yüzden kendini savunmayı çok iyi bilirdi. 10 yaşındayken karatede siyah kuşak kazanmıştı.
(Onun aksine kimse ikizine bunu söylememiş, hatta onu aşağılamışlardı...)
"Sen zaten zayıf birisin!"
"Sen kızsın, oturacaksın! Hem dövüşmek senin neyine? Sanki becereceksin!"
"Senin elinden ne gelir ki?"
Ve daha bir sürüsü...
Halilintar duygusal açıdan çok zayıf bir çocuktu ne yazık ki. Taufan gibi gülümseyemez, Taufan gibi her şeye olumlu bakamaz, Taufan gibi söylenenleri duymazdan gelemez, Taufan gibi duygularını özgürce yaşayamazdı.
Bu da birçok eleştiriyi beraberinde getiriyordu.
Taufan defalarca kez onu ya ağlarken, ya da öfke patlamaları yaşarken yakalamış, hatta birkaç kez onu kavga etmek üzereyken bulmuştu (zavallı eşyalar ve insanlar).
Halilintar sert görünüşüne rağmen, çok hassas ve utangaçtı. Şakayla bile olsa, hoş olmayan imalar onu incitir, en ufak utanç verici bir ima, kıpkırmızı kesilmesine neden olabilirdi.
Bu özelliğini de, sadece ama sadece Taufan bilirdi.
Ve elbette sevgili ikizini koruyan, koruyacak olan da oydu.
Taufan bazen, sadece sürekli gülümsüyor oluşuyla bile insanları çıldırtabiliyordu. Sadece kıskandıkları, çekemedikleri için onunla uğraşanlar çok fazlaydı. Bir de onun güçsüzlüğünden yararlanıp, kendi çıkarları için kullanmaya çalışan 'arkadaşları' vardı. Zavallı Taufan birkaç kez ciddi çöküşler yaşamıştı.
Bu ikizlerin inanılmaz önemli bir sırrı vardı, ama henüz kimse bilmiyordu.
Hikayemizde, sizlere bu sırdan da bahsedeceğiz.
...
Sıradan bir sabahtı, güneşin parlak ışınları, güneşliklere rağmen evin içine giriyor; odasında, pencereden dışarı bakan Taufan'ın mavi gözlerini nefes kesen bir renge sokuyordu.
Ne var ki Taufan bunun farkında bile değildi. Kucağında duran gazetedeki bir şey -günün gazetesi- onu böylesine düşündürmüş olmalıydı.
Neden sonra, kalktı ve ifadesiz, okunaksız gözlerle gazeteyi parçalamaya başladı. En ufak bir şey okunamayana kadar parçaladı ve odasındaki çöp kutusuna attı. Ah onu yakmayı ne kadar da isterdi!
Yatağını toparladıktan sonra, üzerine daha uygun bir şeyler giydi -evdeki tek kişi ikizi bile olsa, pijamalarıyla dolaşmaktan hoşlanmazdı- ve mutfağa gitti. Halilintar uyanmadan önce, kahvaltıyı hazırlamalıydı.
Taufan kahvaltı hazırladığı tüm süre boyunca, yüzünü ifadesiz tuttu. Gerçekten kötü hissediyordu ve canı hiçbir şey yemek istemiyordu (kusacağından çok emindi). Fakat Halilintar'ı kuşkulandırmamak, daha da önemlisi, endişelendirmemek adına yiyecekti.
Tam onu uyandırmaya gitmek için gülümsemeye çalışırken, Halilintar mutfağa gitti.
"Yine erkencisin." dedi Halilintar, esnemeyi ve gözlerini ovuşturmayı bırakmış, şefkatle ikizine gülümsüyordu. "Beni bekleyebilirdin. Her sabah kahvaltıyı bensiz hazırlıyorsun."
"Önemli değil! Sen de hastayken benimle ilgileniyorsun." dedi Taufan, kıkırdayarak. Fakat bu cümlenin içinde çok daha fazlası yatıyordu, bu yüzden Halilintar uzatmadan masaya oturdu.
Eğer dikkatli bir gözlemci o an Taufan'a baksaydı, onun kendini gülümsemeye zorladığını, çenesinin gergin olduğunu fark edebilirdi. Ama böyle bir gözlemci yoktu ve Halilintar da iyi bir gözlemci olmadığı için, sakince yemek yemeye başlamıştı.
Ancak kahvaltının yarısındayken, Taufan aniden... hıçkırdı.
O zamana kadar başını pek kaldırmamış olan Halilintar'ın tüm uykusu dağıldı ve şaşkınlıkla karşısında oturan ikizine baktı. "Ta-Taufan, sen ne zamandır—"
Taufan parmağını dudaklarına koyarak susmasını işaret etti ve gözlerini ellerinin tersiyle sildi. "Bir şey yok. Yemeye devam et."
"Ama iyi değilsin—"
"Boş ver dedim." Taufan kararlılık içerisinde, donup kalan ikizine baktı ama onun yüzündeki endişe, nötr ifadesinde çatlaklar oluşmasına neden oldu. Bir şey demeden kalktı ve koşarak banyoya gitti.
Halilntar olduğu yerde kalakalmıştı. İlk kez böyle bir durumla karşı karşıyaydı.
...
Öğleden sonra, etraftaki sıradan şehir gürültüsünün ortasına, büyük bir şey düştü. Ve patladı.
Savaşın buralara kadar ilerlediğinin bir işaretiydi bu.
Bombanın oluşturduğu safi tozdan oluşan sert rüzgar ve duman, bu sırada evde oturan ikizlerin mahallesine kadar gelmişti. Pencereleri titretmiş, ağaçları hışırdatmıştı.
Halilintar pek belli etmese de, Taufan onun korktuğunu sezmişti. Okuduğu kitabı yavaşça bıraktı ve sakince gülümseyerek, oturduğu koltukta titreyen ikizine yaklaştı.
Halilintar kucağında tuttuğu ellerini gergince ovuşturuyor, sıkıyordu. Sanki dile getiremediği bir gerçekten korkuyordu.
Taufan hiçbir şey sormadan, kollarını ikizine doladı ve kıpırdamadan durdu. "Korkma Hali..."
Halilintar titrek bir iç çekerek, ona yaslanırken, yüzünü omzuna gömdü. "S-sabah b-bu yüzden mi—"
"Hm hm. Ama şuan bu önemli değil. Sığınak bulmalıyız kardeşim." Taufan geri çekildi ve endişeli bir şekilde gülümseyerek ikizine baktı. Ve tereddüt bile etmeden ikizini yanağından öptü.
Halilintar bunu kendisini sinir etmek için yapmadığını, o geri çekilmeyince anlamıştı.
"Savaş yakında buralara da sıçrayacak Hali..."
"Fan."
"Hm?"
"Peki ya... Annemlerin emanetleri?"
"Elbette onları da alacağız. Şehir halkına yardım etmemiz gerekiyor."
"Hayır!"
Taufan, onun aniden yükselen sesi karşısında şaşkınlıkla irkildi ve geri çekilerek, biraz korku içerisinde ikizine baktı. Kardeşi bile olsa, bir erkeğin bu kadar yüksek sesle kendisine bağırmasına alışkın değildi.
Halilintar kaşlarını çatarak, ürkmüş görünen ikizine baktı ve sesini alçaltmaya çalışarak devam etti. "Bu intihar gibi bir şey olur! Şehir halkına yardım ederken ölürüz! Yapma Taufan, eğer... Eğer seni de kaybedersem..."
"Hayır hayır, Hali, hayır, bunu düşünmene izin vermiyorum!" diye bağırarak sözünü kesti Taufan ve ağlamak üzere olan ikizini sıkıca kucakladı. Geri çekilip ona baktığındaysa, Halilintar kaybettiğini anlamıştı. Taufan'ı kararından döndüremeyecekti.
"Hadi gel, onları nereye bıraktıklarını biliyorum." diye fısıldadı Taufan ve kederli kardeşinin bileğinden tutarak, peşinden sürükledi.
...
"Nasıl görünüyorum kardeşim?" Taufan ellerini beline yasladı ve gururlu bir ifadeyle, kendisini bekleyen ikizine baktı.
"Eh... İyi sayılır." Halilintar umursamazca omuz silkti, kız kardeşi olmasına rağmen, bir kızın neden ve nasıl iyi göründüğüyle ilgili hiçbir fikri yoktu. Ya da ikizi bunu sorarken neyi amaçlıyordu? Yüzünün güzel olup olmadığı mı? Öyleyse gayet güzeldi—yani yeni çıkan birkaç sivilcesi dışında ama bunu ona söylemeye niyeti yoktu. Yoksa kıyafetleri miydi? Eh, iyi sayılabilirdi.
Taufan neredeyse bir etek kadar bol olan, paçaları lastikli koyu mavi bir pantolon giymişti. Beyaz bir gömleğin üstüne de, parlak rüzgar desenli, koyu mavi bir yelek giymişti. Koyu mavi, kesik parmaklı eldivenler giymiş; koyu mavi şalını, rüzgarda uçmayacak, ama yeterince bol olacak şekilde bağlamıştı. Bir tane de beyaz bir süs çiçeğini iliştirmişti. Gözleri daha güzel, daha koyu bir maviydi.
O artık bir Rüzgar Taşıyıcısıydı.
"Eeeh, sana da bir şey sorulmuyor." diye homurdandı Taufan ve hazırlanması için ikizini odasına sürükledi.
Beş dakika geçmeden, Halilintar hazırlanmıştı.
"Vay, havandan geçilmiyor kardeşim!" diye takıldı Taufan ve bu iltifatı üzerine Halilintar kızararak yumruğunu kaldırdı -sözde vuracaktı-. "Sen—!"
"Eeh, sakin ol! Sadece beğendim demek istemiştim."
Halilintar gerçekten de çok havalı görünüyordu. Siyah, bol bir paraşüt pantolon, kırmızı tişört, dirseklerine kadar kıvırdığı, kırmızı-siyah ceket, kırmızı-siyah eldivenler, ağır, siyah savaş botları ve siyah şapka. Gözleri kızıl renkteydi. O artık bir Yıldırım Savaşçısıydı.
"Şimdiki hedefimiz ne peki?" diye sordu Halilintar, dışarı adım attıklarında.
"Bilmiyorum. Burası hala çok sakin. Sanırım bombanın düştüğü yere, şehir merkezine gitmeliyiz." dedi Taufan, kendi doğasına aykırı bir ciddiyet içerisinde. Ayaklarının etrafında, onu yerden kesen bir rüzgar oluşurken, "Ben havadan devam edeceğim." diye ekledi.
"Tamam. Ben yerden devam edebilirim. Orada buluşalım." İkizler yumruklarını tokuşturdular ve Taufan havalandı.
Halilintar kız kardeşinin arkasından bakarken, huzursuzluğun içini kemirdiğini hissedebiliyordu. Onu yalnız göndermek istemezdi ama... yapmak zorundaydı. Hem zaten buluşacaklardı?
...
Taufan kısa süre sonra, şehir merkezine ulaştığında, keder ve şok yavaşça yüzüne yayıldı. "Bu-buraya... Buraya ne olmuş böyle?"
Zayıf binalar tamamen yerle birdi. Yıkılmayan binalar da harap haldeydi. Can havlıyla evlerinden dışarı fırlayan insanlar, şimdi çaresizce yıkıntıların arasında oturuyor, kimisi enkaz altında kalan eşini-dostunu kurtarmaya çalışıyordu. Ama durun—
Rüzgar Taufan'ın kulağına küçük bir çocuğun ağlama sesini kulağına taşıdı. Kız endişeyle etrafına baktı, bu ses nereden geliyordu?
Gözlerini kapattı ve sese odaklandı. Ses arkasından geliyordu—harap olmuş, ama yıkılmamış binalardan birinden.
Taufan hiç düşünmeden, sesin olduğu tarafa doğru atıldı ve sesin geldiği, güvenli görünmeyen evin penceresinden içeri girdi. Pencere kırılmış olduğu için, yüzünü ve kıyafetine rağmen kollarını çizmişti.
Ayaklarının altındaki rüzgar onu yavaşça yere bırakırken, yavaşça etrafına baktı. İşte oradaydılar.
Genç bir anne ve bebeği.
"Korkmayın hanımefendi. Sizi kurtaracağım." dedi alçak sesle ve kendisi yaklaştıkça bebeğine daha sıkı sarılan kadına gülümsemeye çalıştı. Ancak ikna etme çabalarına girişemeden, bir füze daha çok yakınlara düştü.
Taufan bombamın oluşturduğu hava dalgası yüzünden yere savrulduğu için, kadını ve bebeğini göremedi. Sarsıntı geçtiğinde, pencereye koştu ve dışarı baktı. Manzara içler acısıydı.
"Hanımefendi, bana güvenin, sizi güvenli bir yere götüreceğim." dedi sesi titreyerek, kadına dönerken.
Kadın bebeğini aniden ona uzatınca, duraksadı.
"Al, onu götür. Ben önemli değilim."
"Hayır, hayır, siz de gelebilirsiniz hanımefendi." Taufan bebeği tekrar kadına uzattı ve kadının bileğini nazikçe tuttu. Rüzgar tekrar ayaklarının altında toplanırken, gülümseyerek onu cesaretlendirmeye çalıştı. "Korkmayın hanımefendi, bu güvenli bir yolculuk."
Kadın ve bebeğini güneye, savaşın henüz ulaşmadığı bölgelerden birine götürdükten sonra, şehir merkezine geri döndü.
Yeni füzeler yoldaydı. Eğer bir şeyler yapmazsa, bir sürü savunmasız sivil ölecekti.
Çok zor ve... hayatına mal olabilecek bir şey yapması gerekiyordu.
Ayakta kalmış yüksek binalardan birinin çatısına çıktı ve derin bir nefes aldı.
"RÜZGAR KALKANI!" İnanılmaz genişlikte bir rüzgar kalkanı, şehri bir battaniye gibi sardı.
"Vay, kızı gördünüz mü?:.."
"Ne yardımsever..."
"Tam bir kahraman..."
Bu fısıldaşmalar, o sırada başka insanlarla ilgilenmekte olan Halilintar'ın kulağına elbette gitmişti. Ve kim olduğunu da anlamış, halkın toplandığı yere koşmuştu.
"Taufan!"
Kız kardeşi ellerini göğe uzatmış, yüzünde acılı bir ifadeyle, rüzgar kalkanını diri tutmaya çalışıyordu.
Halilintar yıldırım hızı sayesinde, binadan binaya sekerek hızlıca binanın tepesine ulaştı ve ikizine atıldı. Ancak nereden geldiğini anlamadığı kuvvetli bir rüzgar onu geri fırlattı. Oysa ki Taufan parmağını dahi hareket ettiremeyecek durumdaydı.
Halilintar, ikizinden dokuz on adım ötede, dizleri üzerine çökmüş, çaresizce onu izliyordu.
Taufan'ın gözleri beyaz, bembeyazdı. İrisleri neredeyse görünmüyordu ve beyazlık, gözlerinin etrafındaki damarlara yayılmıştı. Ara sıra gözleri gidiyor, düşecek gibi oluyor, fakat hemen toparlanıyordu.
Ancak Halilintar'ın yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Tüm füzeler güçlü rüzgar kalkanından geri sekip, savaş uçaklarına isabet etti ve bunun sonucunda tüm savaş uçakları ciddi zarara uğradı.
Taufan'sa...
Havada tuttuğu elleri iki yanına düştü ve gözleri kapanırken, rüzgar kalkanı büyük bir hava akımıyla yok oldu. Taufan, güçlü hava akımı yüzünden tamamen yıkılan binanın enkazına karışmak üzereydi.
"Hayır!" Halilintar onu yakalamaya çalıştı; enkazların arasına karışmasını engellemek için ikizini bileklerinden yakaladı. Ancak kız kardeşi çok ağırdı, birdenbire çok ağırlaşmıştı, bu yüzden elleri parmaklarının arasından kaydı ve enkazın arasına karıştı.
"Hayır, hayır... Hayır olamaz... HAYIR!" Halilintar şehir halkının bile duyduğu, yürek parçalayıcı bir çığlık attı. İçgüdüsel olarak yıkılan binadan uzaklaşmış, başka bir binaya ışınlanmıştı (yıldırım hızı, ışınlanmakla neredeyse aynı şeydir).
Tehlike geçici olarak atlatıldığı için, acilen kurtarma çalışmaları başlatılmıştı. Halilintar'sa, Taufan'ın altında bulunduğu enkazın başından ayrılmıyor, ara sıra yaklaşılması tehlikeli olan yıkıntıya doğru atılıyordu. Etraftaki görevliler olmasa, Halilintar ikizini tek başına kurtarırdı.
Bir gün kadar sonra, Taufan'ın bulunduğu binada arama yapıldı. Ve çok geçmeden de, kızı buldular. Yaşıyordu, ama hayatta kalma ihtimali zayıftı.
Kıyafetleri toz toprak içerisinde kalmış, yüzü gözyaşı izleriyle kaplıydı. İkizini görünce, hemen üzerine atılmıştı, ancak sağlık görevlileri zavallı çocuğu durdurmuşlardı.
Rüzgar bir anlığına bilinci yerine gelen Taufan'ın sözlerini kulağına taşıdı.
"Hali... B-benim için... üzülme... Sa-sadece..." Kız kardeşi öksürdü ve Halilintar bunu net bir şekilde duydu. "İnsanları koruduğundan emin ol kardeşim..."
"Taufan, hayır!" Halilintar ileri atılıp Taufan'a ulaşmak istedi, ancak birisi kendisini durdurmuştu—yine.
"Ağlama kırmızı Pikachu... İyi olacaksın..."
Halilintar sonunda kendisini tutanlardan kurtuldu ve ambulansa bindirilmek üzere olan kız kardeşinin bileğini yakaladı.
Taufan'ın gözleri yarı yarıya aralandı ve hayal meyal, gülümsedi. Diğer elini zar zor kaldırdı ve Halilintar'ın yanağını okşadı. "Ü-üzülme... Ka-kardeşim..."
Ve yanağındaki eli düştü.
Halilintar'ın gözyaşlarıyla birlikte.
Taufan, iyileştirilmesi için bir şey bile yapılamadan ruhunu teslim etmiş, Rabbine kavuşmuştu.
Halilintar'ın tek yapabildiği, ikizinin cesedine sıkıca sarılmak ve ağlamak, ağlamaktı.
...
Yıllar sonra, savaş durduktan sonraki yıllarda bile, kimse Taufan'ın kahramanlığını hatırlamadı. Taufan artık yoktu, bu yüzden bunun için üzülmesi olası değildi (gerçi, yaşasaydı bile, sessiz kalır, kahramanlığıyla övünmezdi).
Onun fedakarlığını yalnızca Halilintar ve kurtardığı genç anneyle çocuğu biliyordu.
Halilintar'ı mı soruyorsunuz? O artık normal bir hayat yaşıyor. Anne ve babasından kalma emanetleri, bir gün kendi ailesini kurursa, onlara verecek.
Son.
Embéria Aéris.
Bu aslında Filistin hakkında yazdığım bir hikaye. Direkt olarak değil, ama yarı yarıya. Aynı zamanda da eeeee, başka bir yerden ilham aldım. Neyse, boş verin. Sadece Filistinliler için dua etmeyi unutmayın.
Yorumlar
Yorum Gönder