OVERLAPPİNG STORMS- 17
Not: Hıçkırıkları yazmayı beceremiyorum. Biri bana yardım etsin 😭.
Hık çok kötü olduğu için ben İngilizce yazacağım. Hics olarak. Kendi kendime güldüğüm için gülmek serbest.
17:
"Hics... Hic—"
Angin bir süredir, bu hıçkırıkları duymaya başladığından beri uyanıktı. Ağabeylerinden biri sabah namazı için kalkmadığına göre, daha sabah bile olmamıştı.
Tüm bunları düşünebiliyor olmasına rağmen, hıçkırıkları rüyasında duyduğunu zannetmesi ilginçti.
Yani... Başka ne olabilirdi ki?
Biraz, azıcık homurdanarak sol tarafında döndü. Sonra biraz geçmeden sağ tarafına döndü. Hayır, uykusu gelmiyordu.
Bıkkınca yüzünü yastığına gömdüğü sırada, bir şeyi fark etti. Başını yastıktan kaldırdı ve kulak kesildi—evet, hıçkırıkları hala duyuyordu! Bilinçli bir hareket yapabiliyorsa, bu uyanık olduğu anlamına gelirdi ve... Hıçkırıklar kimden geliyordu?!
Ellerinden destek alarak doğruldu ve çadırın içi karanlık olmasına rağmen, etrafa baktı.
Çadırdayım, tamam... diye düşündü, rahatlayarak. Hani, uyku arası saçma sapan senaryolar kurmamış da değildi ama heyecan yapmaya gerek yoktu.
Ve tabii bunun anlamı da şuydu...
Bakışlarını hızla, sol tarafında uyuyan Beliung'a çevirdi. Ağabeyinin sırtı ona dönüktü, fakat omuzlarının titrediğini karanlıkta bile görebiliyordu ve zaten burnunu çektiğini duyabiliyordu.
"Neyi var?..." diye düşündü ve bir an yardım etmekle etmemek arasında ikilem yaşadı. Sonra tereddütle elini omzuna koydu. "Abang, iyi misin?"
Beliung ona dönmeden, titrek bir sesle, "Uyumaya geri dön..." diye fısıldadı.
"Ama—" Angin bunun ağabeyini sinirlendireceğini bilmesine rağmen, itiraz etmek için ağzını açtı.
Beliung yavaşça doğruldu ve hışımla, "Yat dedim!" diye bağırdı. "İyiyim ben!"
Angin dehşetle kaskatı kesilirken, nefeslerinin korku ve panikten hızlandığını hissedebiliyordu. Gecenin bir vakti, uyku arasında kendisine böyle bağırılmasını beklememişti.
Beliung'un sinirli ifadesi ise, geldiğinden daha hızlı bir şekilde yok olmuştu. Elleriyle yüzünü örttü ve sessizce hıçkırmaya devam etti.
"Beliung? Angin? O bağırış sizden mi geldi?"
Angin, Voltra'nın sesini duyunca rahatladı ve çadırın fermuarını açarak onu içeri aldı. Bir yandan da kısaca açıklıyordu. "Abang Beliung... Ben, ben onun ağladığını duydum ve... İyi olup olmadığını sordum... Ama o bana—"
"Bağırdı? Hah, tam da beklediğim gibi." Voltra karanlıkta gizlice gülümsedi ve şefkatle kardeşinin saçlarını okşadı. Beliung'un duymaması için eğildi ve kulağına, "Onun da sorunları var." diye fısıldadı. "Seninle çok konuşmuyor, biliyorum ama o kendini çok yalnız hissediyor. Senin yaptığın gibi, beraberliğimizde teselli bulamıyor. O ailesini özlüyor, Angin."
Angin biraz hoşnutsuz bir ifadeyle, "Ben onun ailesi sayılmaz mıyım?..." diye mırıldandı fakat onun demek istediğini gayet iyi anlamıştı.
"Şimdi, bir bakalım..." Voltra bir an kendini hastasının şikayetlerini dinlemeye hazırlanan bir doktor gibi hissedince, sessizce kıkırdamaktan kendini alamadı. Beliung'un itici bulmamasını umduğu bir tonda, "İyi olduğundan emin misin, Bel?" diye sordu.
Cevap gelmedi. Bunun yerine, gencin sıkı, çok sıkı bir şekilde sarıldığını hissetti.
"Ah, Bel..." Voltra sakinleştirici bir şekilde kardeşinin sırtını sıvazlarken, Angin'in şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Voltra'nın kardeşlere sarıldığını biliyordu ama kendi yaşındakilere sarıldığını ilk defa görüyordu (öyle miydi? Öyleydi, öyleydi).
Bu yüzden, "Abang Voltra, sen... Sen yetişkinlere de sarılıyor musun?" diye sormadan edemedi.
"Hm... Bunun hakkında ilginç bir gerçek duymak ister misin?" diye sordu Voltra neredeyse gülümseyerek. O başını sallayınca, düşünceli bir şekilde anlatmaya koyuldu. "Ben buradaki ilk zamanlarımda... Sarılmaya hiç alışkın değildim. Kraliyet ailesinde büyümek böyledir, ailenin sana sarılacak, sevgisini ifade edecek vakti olmaz. Olsa da, o vakti seni eğitmek için kullanırlar. Yani ben Dünya'ya gelene kadar sarılmak nedir bilmezdim."
"Yani ailen sana çok mu kötü davranıyordu?" diye sordu Angin, sanki kendisi sevgi dolu bir çocukluk geçirmiş gibi, ona acıyarak.
"Hayır, hayır, sadece bu tarz sevgiyi gösteren hareketlere alışık değildim. Yoksa annem ve babam bizim yeterli ilgiyi gördüğümüzden emin oluyorlardı." dedi Voltra, kıkırdayarak. "Sonra... Beliung geldi, evet. Daha önce geldi de bizi sonra mı buldu bilmiyorum ama sanırım yeni gelmişti. Üstü başı perperişandı, saçları karmakarışıktı ve seni kollarında, dikkatle taşıyordu. O zamanlar, yanlış hatırlamıyorsam yalnızca birkaç aylıktın."
"Vay... Demek ben burada büyüdüm..." diye fısıldadı Angin, yanlış hissettiren bir aidiyet hissiyle.
"Sonuç olarak kendi gezegeninde doğdun ama." diye hatırlattı Voltra, durumu netleştirmek için. "Her neyse, Beliung ilk başta bizimle yaşama fikrine hiç sıcak bakmadı. Ancak hayat hikayelerimizi anlattığımızda bize güvendi ve yanımıza yerleşti—o zamana kadar yalnızca ara sıra bizi ziyaret ediyordu."
Voltra iç çekti ve daha bir ses tonuyla, "İlk haftalarda oldukça neşeliydi ve yüzü hep gülerdi; çektiği tüm acılara rağmen onun nasıl bu kadar parlak gülümseyebildiğini merak ederdik." diye devam etti. "Sonra bir gece... Hepimiz bir bağırışla uyandık. Beliung'tan gelmişti."
İlk kez o zaman kabus gördü... diye düşündü Angin ama bu düşüncesini dile getirmedi.
"Kabusları böyle başladı ve yavaş yavaş Beliung, soğuk huysuz ve aksi birine dönüştü." dedi Voltra, biraz pişman bir gülüşle. "Ama ilk kabuslarında, teselliye ihtiyaç duyuyordu ve her seferinde beni buluyordu. Ben sarılmaya onun sayesinde alıştım."
"Vay canına, bu çok uzun bir geçmiş... Ve her şey birbiriyle bağlantılı." diye kıkırdadı Angin ve bu Voltra'nın da gülümsemesine neden oldu. "Biliyorum... Uish, Bel, ateşin tekrar mı yükseldi?"
"Ne olmuş?"
"Beliug'un ateşi tekrar yükselmiş olmalı, yanıyor." diye mırıldandı Voltra, telaşlı bir şekilde parmağıyla çenesine vurarak. Neden sonra başını kaldırdı ve ona baktı. "Sen en iyisi git, uyumaya bizim çadırda, Halilintar'ın yanında devam et. Benim şuanda Bel'in yanında kalmam gerek."
Angin sessizce söylenene itaat ederek, çadırdan çıkarken, Beliunng geri çekildi. Beyhude bir çabayla gözlerini silmeye çalışırken, "Onu geçiştirmeyi her seferinde başarıyorsun..." diye mırıldandı.
Voltra acıyarak ona baktıktan sonra, gözlerini kıstı. "Evet... Peki sen ne zamana kadar dayanabileceksin?"
Beliung durdu ve kaşlarını çattı. "Neyi ima etmeye çalışıyorsun?"
"Angin'den..." dedi Voltra, alçak sesle. "Ne zamana kadar Angin'den kaçabileceksin?"
...
Ertesi sabah, Beliung'un aniden yükselen ateşi yüzünden, kampı fazla uzatmadan eve döndüler. Her ne kadar Beliung'un kendisi, idare edebileceğini, onun yüzünden kampı yarıda kesmemelerini söylese de, kimse ona kulak asmadı.
Çadırları topladılar ve eve doğru yola koyuldular. Daha önce idare edebileceğini söyleyen Beliung, şüpheli bir şekilde sendeliyor, birinden destek almadan doğru düzgün yürüyemiyordu.
Angin sessizce yürürken, onun geçen gün söylediklerini düşünüyordu. "Eğitimim ertelendi ve bir türlü... Bir türlü gerekli eğitimi alamadım. Sonra sen doğdun, savaş patladı ve ben... Zayıf ve işe yaramaz bir—Rüzgar Taşıyıcısı oldum..."
Her ne kadar sadece 'ertelendi, savaş patladı' gibi nedenler sunmuş olsa da, Angin Beliung'un eğitimini kaçırmasına, ya da ertelenmesine neden olan bir faktör daha olduğunu düşünüyordu. Ama bu şeyin ne ne olduğunu bulabilmiş değildi.
O bunları düşünürken, çoktan eve gelmişlerdi bile.
Herkes eşyalarını boşalttı; yıkanacakları banyoya, geri kalanını da yerlerine götürdüler. Beliung bu sırada sadece yatabildiği için, Angin onun eşyalarıyla da ilgilendi ve ağabeylerinin tüm ısrarlarına rağmen, yardım tekliflerini kabul etmedi. Nitekim bu işi gayet iyi yaptı—ifadesi gururdan ziyade, memnuniyetle dolmuştu.
Tam herkes bir yerlere serilmiş, yorgunluğunu atarken, kapı çaldı.
"Ah, inanamıyorum... Kapıyı kim açacak?" diye ofladı Nova, salondaki koltuklardan birine yığılmıştı.
"Açıyorum!" Angin merdivenlerden hızlıca süzülerek aşağı kata indi ve ayaklarının altındaki rüzgarı ittirerek, kapıya doğru uçtu.
Kapı açılırken, Blizzard kayıtsızca, "Neyse ki kardeşin bir Rüzgar Taşıyıcısı." dedi.
Angin'se, kapıda duran iki kişiye bakarken, daha farklı duygular içerisindeydi. "Ah..."
"Merhaba Angin." Yaya el sallarken, yüzünde ışıltılı bir gülümseme belirmişti. "Evde yalnız değilsin herhalde?"
"Hayır... İçerideler." dedi Angin kafa karışıklığı içerisinde ve nezaketi elden bırakmamak adına, Yaya'yı ve yanındaki genci içeri buyur etti.
"Assalamualaikum! Merhaba millet!"
"Waalaikumussalam! Hoş geldin Yaya."
"Hey hey, bakın, Fang de gelmiş!"
Angin ağabeylerinin etkileşimlerini izlerken, kalabalık ve fazla gürültü yüzünden rahatsız olmuş görünüyordu. Bu yüzden sessizce aralarından süzüldü ve üst kata çıktı.
Kendi odalarına girip kapıyı kapattığında, biraz daha rahatlamış hissediyordu. Kalabalıktan rahatsız olmazdı, fakat fazla coşkulu sesler, birden fazla kişinin konuşması ve tabii yabancılar biraz rahatsızlık vericiydi.
"Angin... Kim geldi?"
Angin irkildi ve odada olduğunu unuttuğu ağabeyine döndü. "Şey... Yaya abla... Ve bir tane de ağabey. Adını unuttum... Koyu mor saçlıydı."
"Ah, Fang'den bahsediyorsun..." Beliung hafifçe başını salladı ve üzerindeki örtüye daha da sıkı sarınarak, dinlenmeye devam etti.
Beklenmedik bir şekilde, az sonra kapı tıklatıldı.
Beliung onun tereddüt ettiğini görünce, sakin, biraz da zayıf bir sesle, "Aç hadi... Söylememe gerek mi var?..." dedi.
"Bel? Angin?" Yaya kapıdan başını uzattı ve hafifçe el salladı. "Umarım rahatsız etmemişimdir."
"Hayır, uyumuyordum..." Beliung bitkince doğruldu ve yatağının ayak ucunda bıraktığı kapüşonlusunu üzerine geçirdi.
"Sana geçmiş olsun demek istedik." dedi Yaya gülümseyerek, Fang'i işaret ederken. "Crystal grupta hasta olduğundan bahsetmişti fakat üniversitemizin ne kadar yoğun olduğunu biliyorsun. Ödevlerimiz yüzünden hemen gelemedik."
"Ah, tabii... Sorun yok..." diye başını salladı Beliung sakince, anladığını belirten bir ifadeyle.
"Ve... Kurabiyelerimden getirdim!" dedi Yaya neşeyle, elindeki sepeti havaya kaldırırken.
Angin Fang'in ve kapıda durup, sırıtarak izleyen birkaç ağabeyinin hemen gelip alacağını düşündü. Ne var ki yanılmıştı, hepsi 'kurabiye' kelimesini duyar duymaz, gerilerek biraz uzaklaşmıştı.
Ne oluyordu yahu? Bir an önce öğrenmeliydi, yoksa gerçekten kafayı yiyecekti.
Beliung bir tane alırken, gülümseyerek, "Teşekkür ederim Yaya." dedi. Kalp şeklindeki, tuhaf görünümlü kurabiyelere bakarken, gözlerinde muzip bir parıltı vardı. "Bu sefer içinde ne var?"
"Anlatması zor, tahmin etmeye çalış." dedi Yaya gülerek ve kapıya döndü. "Başka isteyen?"
Az öncesine kadar kapıda duran ağabeyler yok olurken, Fang ciddiyetle, "Teşekkür ederim ama havuçlu donutları tercih ederim." diyerek onu geri çevirdi.
"Hmmm..." Yaya üzülmüş görünerek, Beliung'a döndü ve umutsuzca, "Onları sevmiyorsun." dedi.
"Bu doğru değil..." dedi Beliung kayıtsızca ve haklı olduğunu da belirtmek gerekir—ikinci bir taneyi bitirmişti bile.
"Abang Bel'in damak zevkine güvenmesem de... Sanırım bir tane alacağım." dedi Angin, gergin bir gülümsemeyle ve tereddütle bir tane alıp, ağzına attı.
Beliung hem damak zevki konusundaki yorumundan, hem de tecrübesizliğinden dolayı bir iç çekerken, Angin renkten renge giriyor, öksürüp duruyordu. Muhtemelen hayatı boyunca yiyebileceği en kötü kurabiyeyi yemişti.
"Beğendin mi?" diye sordu Yaya umutla—o kadar ki, Angin onu kırmamak için, "E-ellerine sağlık Yaya abla..." demek zorunda kaldı.
"Afiyet olsun! Beğenmene sevindim." dedi Yaya gülümseyerek, oldukça mutlu olmuş görünüyordu. Sonra saatini kontrol ettiğinde, hafifçe nefesi kesildi ve endişeyle Beliung'a baktı. "Gitmeliyim. Annem beni bekliyor ve zaten sen de zar zor ayakta duruyorsun."
Beliung uysalca, "Peki... Sonra görüşürüz." dedi ve bitkince olsa da, el salladı. Angin'se, onun hasta olduğunu sakince kabullenmesine oldukça şaşırmıştı.
"Sonra görüşürüz Beliung..."
"Ah, o kurabiye de neydi, abang?" diye yakındı Angin, sonunda misafirleri gittiğinde. "Neredeyse bayılacaktım!"
"Yaya'nın kurabiyeleri yıllardır böyle." dedi Beliung, kayıtsızca. "Nasıl yediğimi soruyorsan, cevabı da bu. Yaklaşık on yıldır yiyorum, artık alıştım ve gerçekten de seviyorum."
Angin iç çekti ve okumak için çalışma masasında duran çizgi romanlarından bir tanesini alırken, "Gerçekten tuhafsın abang..." diye homurdandı. "O kurabiyeler gerçekten berbat ve sen gözümün önünde dört-beş taneyi götürdün."
Sessizlik.
"Abang?"
Dönüp baktığında, Beliung'un başında dikildiğini fark etti ve korkuyla oturduğu yerde zıpladı. "Abang!! Ödümü patlattın!"
Beliung yanına çöküp, bağdaş kurarken, hafifçe güldü—güldü! Angin bırak kulaklarına inanmayı, gözlerine bile inanamıyordu. Gergince gülerken, "A-abang, sen iyi olduğundan emin misin?" diye sordu. "Hani çıldırmıyorsun falan?"
"Hayır, iyiyim ve hayır, çıldırmıyorum." diye iç çekti Beliung, bıkkın bir şekilde gözlerini devirerek.
Angin rahat bir nefes verdi, eğer biraz olsun alaycılık varsa, hala umut var demekti.
"Sadece..." Beliung, Angin'in saçlarını hafifçe okşarken, düşünceli bir şekilde başını eğdi. "Sana yine... Fazla sert davrandığımı düşündüm. Yani... Özür dilerim."
"Eh? Ne zaman bana sert davrandın ki?" Angin kafa karışıklığı içerisinde başını ovuşturdu. Ağabeyini öylesine seviyordu ve sert davranışlarına o kadar alışmıştı ki, sabah kendisine bağırmasını sert davranıştan saymıyordu bile. "Sabah bağırdığın için diyorsan, ben onu unuttum bile."
"Biliyorum, biliyorum... Ama ben sadece bu sabahı değil, tüm zamanları kastediyordum." dedi Beliung, hafifçe homurdanarak. "Eski zamanlardan bahsettiğimde hala gerildiğini görüyorum ve bu iyi değil. Düzeltmemiz gereken bir şey ve bunu sadece ben düzeltebilirim..."
Düşünceli bir şekilde, parmaklarıyla halıya rastgele desenler çizdi. "Benden korkmanı istemiyorum, hiçbir zaman da istemedim."
"Abang... Ben senden—" Angin durdu ve ağzını açıp kapattı. Yalan söylemek istemiyordu, hayır. "Dürüst olacağım, senden korkuyorum. Yani korkuyordum. Bir süredir senin yanında daha rahat hissediyorum, özellikle de abang Voltra senin aslında böyle biri olmadığını söylediğinden beri."
"Bunu duymak güzel." dedi Beliung, bitkince gülümseyerek ve baş parmağını kaldırarak, halıya uzandı.
Angin, onun büzülüp kollarını karnına doladığını görünce, sinirle, "Abang!" diye bağırdı. "Sen hala—"
"Üzgünüm. Bunu söylemek için kalkmak zorundaydım."
"Değildin! Yatarak da söyleyebilirdin!"
"Öyle etkileyici olmazdı?"
"Abaaaaaang!"
Onları izleyen bir çift göz, memnuniyetle parladı.
Devam edecek...
Heheee, biliyorum, çok gizemli~ Tam da Embéria tarzı, değil mi? Kayıp Fırtına'da da sürekli bir gizem vardı ama bu çok daha iyi. Tabii teorileri de beklerim.
İletişim: mercan.tasarim11@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder