OVERLAPPİNG STORMS- 20
20: Beklenmedik Misafirler
"Harika bir güne uyanmak insanı çok mutlu hissettirmiyor mu?" diye sordu Angin, neşeli bir şekilde. "Acilen pasta yapmamız gerektiği gerçeğini bile mutlulukla kabullenebiliyorum."
"Yani... Bunun dışında önemli bir şey göremiyorum." dedi Beliung ilgisiz gözlerle ona bakarak ve bu Angin'in gülmesine neden oldu.
İkili kahvaltı sofrasından kalktıkları gibi pasta yapmaya girişmişlerdi, bu yüzden sabahtan beri mutfakta olduklarını söylemek yanlış olmazdı. İkisinin de eli bu tarz işlere yatkın olduğu için, pek sorun yaşadıkları da söylenemezdi.
"Ve eğer dikkatimi çekecek bir şey olsaydı... Çok konuşman olurdu." diye ekledi Beliung, ciddiyetle kremayı çırpmaya devam ederken.
"Ah, bu durumdan hoşnut olduğunu duymak güzel."
"Sözlerimi çarpıtma. Hoşnut olduğumu söylemedim."
"Tabii tabii." Angin gülerek gözlerini devirdi ve fırından çıkardığı keki katlarına ayırmaya koyuldu. Bundan sonra bir katına krema, bir katına çilek sosu, sonuncu kata da yine krema sürecek, meyve ve damla çikolata serpiştirecek, son olarak da kremşantiyle kaplayacaktı.
Açıkçası Beliung'un kendisi en az onun kadar, hatta ondan daha maharetliydi ama pastayı bir bütün haline getirme işini ona vermişti. Belki uğraşmak istemiyordu, ya da diğer türlü Angin'in işleri batırabileceğinden korkmuştu. Gerçi bu olasılık hala vardı ama neyse...
"Krema hala hazır değil mi, abang?"
Beliung düşüncelerinden sıyrılırken, irkildi ve gözlerini kırpıştırarak kardeşine baktı. "Ne—ne dedin?"
"Ugh..." Angin başını tutarak iç çektikten sonra, bıkkınca, "Krema." diye tekrarladı. "İki saattir karıştırıyorsun. Bu gidişle geriye krema namına bir şey kalmayacak."
"Oh oh..." Beliung kafa karışıklığı içerisinde hala ocakta durduğu halde karıştırdığı kremaya baktı. Isısını kontrol ettikten sonra, hala kafa karışıklığı içerisinde olduğu halde, "Ama hala sıcak?" dedi.
"Demek istediğim—aaah!" diye patladı Angin şikayetçi bir şekilde ve aslında kremayı kontrol etmek için ocağa yürüdü.
Fakat Beliung onun hareketini yanlış yorumladığı için, nefesi kesildi ve koşarak mutfaktan çıktı.
"Ooo, nak lawan ya¹?" Angin parmaklarını çıtlattı ve Beliung'un peşinden koşmaya başladı. Evin tamamını değil ama, aşağı katı tam üç kez turladıktan sonra, ikisi de koşmaktan terlemiş ve nefes nefese kalmıştı.
"Yeter, ah... Daha fazla... Koşamayacağım..." Beliung nefes nefese gülerken, düşmemek için mutfak masasına yaslandı. Gülmeye devam ederken, "Ben yaşlıyım Angin... Beni yormamalısın..." diye onu azarladı. Fakat ciddi olmadığı gülüşünden belliydi.
Angin kollarını kavuşturdu ve ciddiyetle nefesini toplamaya çalışan ağabeyine baktı. Ona yapmayı planladığı müthiş bir şey vardı ama bunun için hızlı hareket etmesi gerekiyordu.
Tam da ağabeyi kendini toparladığında bunu yaptı.
"Hey hey—ne oluyor?!" Beliung istemsizce birkaç adım gerilerken, Angin muzaffer bir şekilde sırıttığı halde, iki eliyle Beliung'u işaret etti. "İşte karşımızda! Angin'in 'Unlu Ağabey' adlı sanat eseri!"
Beliung, diğerleri eğitimde olduğu için şükretmeliydi, çünkü onu görecek olsalardı haysiyeti büyük derecede zedelenirdi.
Tabii bu sevindirici gerçek, sinirle, "Angiiiiiiin!" diye bağırmasına engel değildi.
Çocuk kahkahalarla güldüğü için, Beliung'un yüzüne yayılan muzip sırıtışı ve eline biraz un alarak kendisine yaklaştığını fark etmedi. Ne olduğunu anladığında çok geçti.
"İşte bu da anonim sanatçının 'Blue Morpho' adlı eseri." dedi Beliung ağırbaşlı bir şekilde Angin'i işaret ederek—ki yüzünün tamamını kapsayan bir kelebek çizmişti ve tabii, onu bu oyuna soktuğu için yanağını çimdikledi. Bir nevi uyarıydı fakat Angin daha da fazla güldü.
"Anonim sanatçı ha? Anonim sanatçı!" Angin olduğu yere çökerek gülmeye devam ederken, bu gülüşü Beliung'a da bulaştı. Tam da mutfaktaki iki sorumsuz aşçı kahkahalarla gülerken, kapı çaldı.
"Ahaha... En dağınık halimi yakalayacak olan şanslı kimmiş bakalım?..." Beliung gülmekten yaşaran gözlerini silerken, biraz hoşnutsuz bir iç çekti. "Yüzüm ve önlüğüm unla kaplı... Neyse, zaten gelen olsa ola Voltra'dır."
Ne yazık ki değildi.
Kapıyı açan ve gelenleri gören Beliung'un çenesi diz kapaklarına çarpacaktı—tamam, belki o kadar değildi ama şaşkınlıktan konuşamadı bile.
"Merhaba! Sen Taufan'sın değil mi?" diye sordu gençlerden biri enerjik bir şekilde—görünüşü son derece Nova'ya benziyordu, hatta Angin Nova'nın yine şaka yaptığını bile düşündü.
Ama sanırım ağabeyi aynı fikirde değildi, son derece gergin görünüyordu.
"A-ah..." Beliung tereddüt içerisinde bakışlarını kaçırırken, gencin sorusuna cevap veremedi. Angin onun neden bu kadar gerildiğini bilmiyordu ama artık söz hakkına sahip olduğunu düşündü. "Hayır efendim, Taufan benim ve o da benim ağabeyim Beliung. Fakat bir süredir adım Angin."
"Ah, anladım... Yani siz ikiniz Taufan ve Angin'siniz. Tamam, sizi tanıdığımdan eminim." dedi genç başını sallayarak. Yanında duran diğer genç onu dürtünce, omuz silkti.
"Hayır. Ben Angin'im ve o da Beliung." diye tekrarladı Angin, gittikçe tükenen bir sabırla.
"Peki peki." Genç başını sallamasına rağmen, Beliung'u baştan aşağı süzdü ve dudaklarını büzerek, "Sen bu kadar kısa mıydın Bel?" diye sordu.
Adil olmayan bir şekilde kıyaslandığını gayet farkında olan zavallı Beliung nezaketini korumak için zorla gülümserken, gencin patavatsız sorularından kaçınmak için onları içeri davet etti.
Salona geçerken, patavatsız gencin yanındaki daha ağırbaşlı görünümlü genç kanepelerden birine otururken, "Sanırım bizi beklemiyordunuz." diyerek doğru bir tahminde bulundu. "Aslında Voltra'ya geleceğimizi söylemiştik ama sinirli görünüyorsun. Demek ki Voltra sana söylememiş."
"Hayır söylemedi." dedi Beliung nazik konuşmasına rağmen -ki Angin onun sinirli olduğunu sesinden anlayabiliyordu- sinirle kaşlarını çatarak. "Sadece, 'akşama misafirlerimiz olacak, katlı pasta yaparsın değil mi Bel?' diye sordu ve ben de kabul ettim. Bunun dışında bir bilgim yoktu."
"Üstünde un lekeleri bulunan önlüğüne ve yüzlerinize bakılırsa henüz işiniz bitmemiş olmalı." dedi genç gülümseyerek ve bu Beliung'un kulaklarına kadar kıpkırmızı kesilmesine neden oldu. "E-evet..."
"Lütfen rahatınıza bakın, emin olun biz burada sıkılmayız." dedi az önce patavatsız konuşan genç sırıtarak. "Biz kendimizi evimizde gibi hissediyoruz, siz de biz yokmuşuz gibi davranabilirsiniz."
Öyle yapmaktan başka çareleri yoktu.
"Başımıza gelene inanamıyorum..." Beliung soğuyan kremayı -son kez- hararetle çırparken, kendi kendine söyleniyordu. Açıkçası ne dediği hakkında Angin'in bir fikri yoktu ama kötü bir şeylerdi işte.
"Angin, şu kremayı ve sosu kekin katlarının arasına sür. Ben etrafını kremşantiyle kaplarım."
İkisi de o gün, o pastayı o hızda nasıl bitirdiklerini asla hatırlayamadılar fakat 15 dakika gibi kısa bir sürede pasta bitmiş, dolaba konmuştu.
İki gencin tam olarak kim olduğu sırrı, akşam herkes gelene kadar gizemini korudu.
Yani, Nova, Blaze, Blizzard ve Ice eve varana kadar.
Onların karşılaşmaları oldukça tuhaf bir şekilde gerçekleşti. Ama şöyle tuhaf...
"Abang?"
Patavatsızlığıyla Beliung'u çileden çıkartmaya devam eden, saçlarında ateşe benzeyen kehribar parıltılar bulunan genç başını çevirip kapıya baktı. Önce şaşkınlıkla, sonra neşeyle kocaman sırıtırken, "Oh, hey Blaze." diye tezahürat etti. "Seni görmeyi beklemiyordum."
Seslendiği kişi Nova'ydı!
İkilinin tuhaf bir şekilde kucaklaşmasını izleyen Angin -sırf gençleri yalnız bırakmamak için salonda oturuyordu- kafası karışmış bir şekilde, "O abang Nova değil mi?" diye sordu.
Açıkçası soru son derece kendiliğinden, spontane bir biçimde dudaklarından dökülüvermişti. Fakat genç onu duydu ve hala sırıttığı halde, başını iki yana salladı. "Hayır, bu Blaze... Ah, ve tabii Api. Nerede o?"
Angin'in kafası daha da karışırken, istemsizce, "Ne?..." diye fısıldadı.
"Ah, biliyorum, karışık." dedi genç, Nova Blaze'i -Api o muydu?- bulmaya giderken. "Ama zannettiğin kadar karışık değil. Sadece ailenin en büyüğü elementinin üçüncü kademe ismini alır. Hem zaten, benim ve Blizz'in -ağırbaşlı gençten bahsediyordu- takma adı var. İşlerin çok karışmaması adına, takma isimlerimizi kullanacağız."
"Oh, bunu duymak güzel... Ama bizim evdeki ağabeylerin hepsi üçüncü kademe isimlerini kullanıyorlar?" diye sordu Angin, kafa karışıklığı içerisinde.
"Rimba ailesinin en büyüğü ve diğerleri de artık en büyük rolündeler, çünkü ağabeylerinden uzun zamandır haber alamıyorlar." diye açıkladı patavatsız genç -takma adını hala söylememişti-, biraz ciddileşerek. "Savaş sırasında Voltra ve Beliung ailelerini dahi geride bırakarak, emaneti koruma pahasına gezegenlerini terk ettiler. Crystal ve Gamma'nın aileleri ise... Karışık. Ama sanırım en büyük ağabeyleri hayatta ve şuan Rimbara'dalar."
"Onu buldum!"
Nova'nın sesi, ikisinin de kapıya dönmesine neden oldu. Angin'in oynamaktan en çok keyif aldığı, eğlenceli ve yaramaz kardeşi Blaze, suratını asmış, Nova'nın yanında duruyordu.
"Oh, doğru, Api'nin beni tanımasına imkan yok." Genç güldü ama yine de bir kolunu Nova'nın, diğerini Blaze'in omzuna attı ve onları kendine çekti. "Aaah, ikinizi de ölesiye özlemişim. Artık beraber olduğumuza göre içinde kesinlikle bir kamp ateşinin olduğu bir parti vermeliyiz."
"Yani sonuçta kimin kim olduğunu anlayamadım..." diye mırıldandı Angin kendi kendine fakat ağırbaşlı genç onu duymuştu. Sular kadar dingin, gök mavisi gözleri anlayışla yumuşarken, "Kısaca tanıtmama izin ver." dedi. "O Cheribar ve ben Chorall. Yani takma adlarımız bunlar. Cheribar Nova ve Blaze'in en büyük ağabeyi ve ben de Blizzard ve Ice'ın en büyük ağabeyiyim."
"Oh, iyi... Peki onları görmek istemiyor musun?" diye sordu Angin ve genç cevap vermeden önce ayağa kalkıp ona gülümsedi. "Beni onların yanına götürürsen epey memnun olurum."
"Tabii... Neden olmasın?" Angin hafifçe sekerek merdivenlere yürüdü ve sakince kendisini takip eden Chorall'la birlikte merdivenleri çıktı. Çıkarken her zamanki alışkanlığıyla, basamaklara değmeyerek üst kata uçunca, Chorall hafifçe gülümsedi. "Görüyorum ki Beliung'un kardeşiyle, yetenekli Rüzgar Taşıyıcılarından biriyle karşı karşıyayım."
Angin hafifçe kızarırken, kıkırdadı fakat cevap vermek yerine su elementi sembolünü taşıyan kapıyı işaret etti. "Burası. Onlar burada kalıyor."
Chorall kapıyı hafifçe tıklattıktan sonra, açtı ve başını içeri uzattı. "Ah. Burası rahat görünüyor."
"Abang Blizzard da, Ice da rahatına düşkün kişilerden." dedi Angin rahatça, bunun üzerine Chorall gülümseyerek, kibarca araya girdi. "Aslında Blizzard benim—böyle kulağa tuhaf geldiğini biliyorum ama gerçek bu. Onlar da Ice ve Air. Tabii sen bana abang Chorall diyebilirsin, çünkü eski alışkanlığını kolayca bırakabileceğini sanmıyorum."
"Öyle." Angin başını salladı fakat kimin kim olduğunu uzun bir süre anlayamayacağından emindi.
Bir an iç çektikten sonra, Chorall'ın uzun zamandır görmediği kardeşleriyle vakit geçirmesine izin vererek, kendi odalarına girdi.
Beliung çalışma masasında oturmuş, masa lambasını yakmış, bir şey okuyor ve arada sırada da notlar alıyordu. Bunu ara sıra yapardı, bu yüzden Angin fazla merak etmiyordu. Şuan kafasını anlamadığı bir sürü terimle doldurmaya hiç mi hiç niyetli değildi.
Yorgunca yatağa yürüdü ve hafifçe süzülerek, yatağına uçtu. Başını direkt yastığına gömerken homurdandı. "Başım ağrıyor..."
"Korkarım bu daha başlangıç." dedi Beliung okumaya ara vermeden, onun neden bahsettiğini gayet iyi biliyor gibiydi. "Diğerlerini henüz tanımıyorsun bile."
"Herkesin üzerinde ismi görünseydi ne güzel olurdu..." diye iç çekti Angin, bir an Beliung'un söylediğini fark etmeden. Sonra doğruldu ve Beliung'u her zaman tereddüde düşüren o düşünceli ses tonuyla, "Abang, bir şey soracağım ama..." diye başladı.
Beliung'un omuzları gözle görülür derecede gerildi ve yükselen paniği yüzünden okuduğu cümledeki harfler bir anlığına birbirine girdi. Yine de oldukça nötr bir sesle, "Tabii..." diye mırıldandı.
"Herkesin bir ağabeyi var, muhtemelen ölmüş olsa da, abang Voltra'nın bile." dedi Angin, biraz kederli bir sesle. "Peki abang, söylesene... Bizim ağabeyimiz yok mu? Ölmüş olsa bile veya vatan haini gibi bir şey olsa bile?"
Beliung kalemini elinden düşürürken, kitabından başını kaldırmış, donup kalmıştı. Angin göremese de, mavi gözlerine yaşlar dolmaya başlamış, nefesleri hızlanmıştı. Güç bela kendini toparlayarak, kısık ama Angin'in duyabileceği kadar yüksek bir sesle, "Ben... Bu soruya ne cevap vereceğimi bilmiyorum..." diye fısıldadı.
Daha fazla konuşmadı; söylemesi için boğazını sıkan gerçekleri yuttu ve başını ellerinin arasına aldı.
İki büyük gözyaşı yanaklarından aşağı süzüldü.
Angin onun önünde açık duran kitaba damlayan gözyaşlarını fark ettiğinde, nefesi kesildi. Ah, onu incitmek istememişti!
"Tamam abang... Yani, sorun değil..."
Şuan onunla olabildiğince az konuşmanın en iyi seçenek olduğuna karar vererek, daha fazla kurcalamadı. Tabii soru hala kafasında dönüp duruyordu.
Akşam yemeğini yedikten ve hatta çok geçmeden yattıktan sonra bile bunu düşünmesi, bunu düşünerek uykuya dalması da bu yüzdendi.
...
Angin'in anlayışlı davranarak, daha fazla soru sormaması iyi olmuştu fakat kendisinin bile ihtiyatla dokunduğu yaralarına tuz basması hiç de iyi olmamıştı.
Kalemini tekrar aldı ve okumaya devam etti fakat ne okuduğunu bilmiyor, anlamıyordu. Sayfaların hışırtısı yalnızca daha da kötü hissettiriyordu. Kimsenin bilmediği, muhtemelen de asla bilmeyeceği hayal kırıklığı, keder ve acı barındıran anılar tekrar su yüzüne çıkmıştı.
Beliung, kimseler bilmeden, kimseler görmeden sessizce hıçkırıklara boğuldu. Ve orada uyuyakalana kadar da ağlamaya devam etti.
Normal insanlar bunu bilemezdi, hayat sırlarla doluydu.
Devam Edecek...
Ne var ya, angst vitaminimi uzun zamandır almıyorum. Ayrıca yakın zamanda çok güzel bir angst fikri daha var. Sadece çarşambayı bekleyin, hihehehehehehehehehe
İletişim: mercan.tasarim11@gmail.com
Embéria'dan sevgiler! :) Yani, angstlar mı demeliydim?
Yorumlar
Yorum Gönder