ANA RUTUBETİ- 1
Bunu yapmamam gerektiğini bildiğim halde, yeni bir seriye başladım. Hayırlı olsun. *kırmızı kurdele keser*
Bölüm 1: "Beni Bırakma..."
"Şimdi sıra bende!"
"Tamam ama unutma, kaybedersen misketlerinin hepsi benim olur."
"Ama bu haksızlık!"
"Kural bu. Ayrıca kuzeniz, yarın yine benim misketlerimle oynamaktan başka bir seçeneğin varmış gibi konuşma."
İki kuzenin dışında, onları hevesle izleyen biri de vardı. Kahverengi kirpiklerinin altında mücevher gibi parlayan koyu mavi gözlerine ve hafif tombul yanaklarına rağmen, solgun, zayıf bir çehreye sahip bir çocuktu bu. Dudaklarının kenarları yukarı kıvrık durduğu için, sürekli gülümsüyormuş gibi bir ifadesi vardı.
Şuan ise hevesle iki kuzeni izliyordu, çünkü daha önce hiç misket oynamamıştı. Evden çıkıp oynamasına izin verilmiyordu, zaten şuan bile evden gizlice çıkmış bulunmaktaydı.
"Blaze! Bu adil değil!"
"Eğer adalet arıyorsan Gempa'yı bul, beni değil." dedi Blaze adındaki çocuk, umursamazca sırıtarak. "Hem Dünya'nın neresinde adalet varmış? Çok fazla kitap okuyorsun Solar."
Solar adındaki çocuk hoşnutsuz bir şekilde dudak büktü ve gözlüklerini düzeltti. "Bir kere kitap okumak faydalıdır—" Fakat sözünü devam ettirmek yerine, şaşkınlık içerisinde belli bir yere baktı.
"Oh, bugünün nutku çok kısa sürdü. Ne gördün—" Blaze bile alay etmeyi sürdüremedi, o da Solar'ın gördüğü şeyi görmüştü.
Sokakta, yol kenarındaki ağaçların arasına saklanmış bir çocuk, merakla ve fark edildiği için çekingence onlara bakıyordu.
"Oh... Sen de kimsin?" Blaze misketleri çevik bir hareketle toplayıp cebine attı ve merakla kaşlarını çatarak ona yaklaştı. Fakat o yaklaştıkça çocuk olduğu yerde daha da fazla büzüldü ve kollarıyla başını örterek, "Lütfen bana zarar vermeyin!" diye bağırdı. Yani hayır, dürüst olmak gerekirse sesi bir fısıltı şeklinde çıkmıştı.
"Ha? Sana niye zarar verelim ki?" Blaze çocuğun yanına çöktü ve merakla başını eğerek, gizlediği yüzünü görmeye çalıştı. "Adın ne? Kaç yaşındasın? Burada mı oturuyorsun?"
"Ta-Taufan..." diye fısıldadı çocuk, eliyle yüzünü gizlediği halde, başını kaldırarak. "Adım Taufan."
"Taufan mı?" Blaze ve Solar bir an birbirlerine baktıktan sonra, güldüler. Bu alay veya hoşnutluk içeren bir gülüş değildi, sadece neşeli ve çocuklara ait bir gülüştü.
Blaze gülerek, şakacı bir tavırla Taufan'ın sırtına vurdu. "Bu çok havalı bir isim!"
"Ha-ha-havalı mı?" Taufan elini yüzünden çekti ve merakla ikisine baktı. Böylelikle ikili, onun safir gibi parlayan gözlerini gördüler.
"Peki kaç yaşındasın ve nerede oturuyorsun?" diye sordu Blaze neşeyle—çocuğun konuşması çok hoşuna gitmişti.
"Ben... Ben altı yaşındayım ve... Şurada oturuyorum." dedi Taufan, tereddütle elini kaldırıp ilerideki evlerden birini işaret ederek.
"Orada mı oturuyorsun???"
"E-evet... Ne-neden?" diye sordu Taufan, onların yüksek sesli tepkilerinden dolayı ürkerek. "Bi-bir sorun mu var?"
"Hayır ama dostum..." Blaze bir an dramatik bir nefes aldıktan sonra, Taufan'ı omuzlarından tutarak sarstı. "Sen oraya ait olamazsın! Orası inanılmaz parlak, gösterişli ve, ah... zengin... " Bu noktada ağzının suyu akarak eve bakmıştı.
"A-ah..." Taufan belirgin derecede rahatsız görünürken, ağzını açıp kapattı. Bir şey söylemek istiyormuş da, ne söyleyeceğinden emin değilmiş gibi görünüyordu.
"Orada bir şeyler oluyor sanki." diye mırıldandı Solar, ciddiyetle. "Birkaç kişinin eve girip çıktığını, hatta bir şeyler söylediğini duyar gibiyim."
"Bir-bir-bir şeyler mi söylüyorlar?!" Taufan hızla başını çevirerek oraya baktı. Sonra gözleri kocaman açıldı -duygularını saklamakta çok beceriksizdi- ve aniden iki çocuğa sıkıca sarıldı.
"E-eeeh?!"
"Lütfen beni saklayın!" diye neredeyse bağırdı Taufan, şoka giren iki çocuğun bakışlarına aldırmadan. "Oraya geri dönemem, bu imkansız... Lütfen, beni saklarsınız değil mi?"
Çocuğun yalvarışı o kadar içtendi ki, Blaze kafa karışıklığı içerisinde, "Seni saklamamızı mı istiyorsun?..." diye sordu. Bir an için yaramaz çocuk kişiliği yok olmuştu—aslında bu gerçek Blaze'di ama kimse bilmiyordu. "Neden ki? Orası senin evin. Bunu kendin söyledin."
"Evet ama ben orayı sevmiyorum." Taufan geri çekildi ve üzgün bir ifadeyle açıklamaya koyuldu. "Eskiden her şey güzeldi, annem vardı, babam vardı, bir de Hali vardı. Sonra diğer annem gidince babam başka bir anneyi getirdi ve onun da annemiz olduğunu iddia etti. Ama ben o annemi hiç sevmedim, her şeye kızıyor ve evden çıkmama izin vermiyor."
"Kıyafetlerine bakılacak olursa, seni evde tutmasını nedeni, endişeleniyor olması değil zaten." dedi Solar düşünceli bir şekilde, çocuğun özensiz ve dağınık dış görünüşünü incelerken.
"Saçlarımı tarıyor ama..." diye karşı çıktı Taufan, her şeye rağmen bu 'ikinci annesine' karşı bir sempati besliyor gibiydi. "Sadece, babam her ay yeni kıyafet gönderiyor ama annem giymeme izin vermiyor. Şuan yeni kıyafetlere ihtiyacım olmadığını söylüyor ama Hali her zaman yeni gelenleri giyebiliyor. Annem genellikle Hali'yle ilgilenmeyi tercih ediyor."
"Kim bu Hali?" diye sordu Blaze, kafa karışıklığıyla kaşlarını kaldırarak.
"Halilintar. Ağabeyim." dedi Taufan, bir anlığına tekrar gülümsedi. "Annem bana kızdığında beni savunur. Bu yüzden bazen o bile dayak yer ama her zaman o kadının -Taufan bu sırada ağabeyinin ses tonunu taklit etmişti- benim hayat enerjimi tüketemeyeceğini söyler. Ne var ki okula gidiyor ve o okuldayken yine yalnız kalıyorum..."
İki çocuk sessizlik içerisinde Taufan'a bakarken, biri hızla koşarak aralarından geçti.
Taufan'ın nefesi kesildi ve eliyle ağzını kapattı. Mavi gözlerine yaşlar dolmaya başlamıştı.
"Ne var—ne oldu?" diye sordu Blaze sertçe, panikledikçe sesi sertleşiyordu.
"Hali..." diye fısıldadı Taufan, suçluluk dolu bir tonda. "Onu okuldan eve çağırmışlar, beni araması için..."
"Eğer ağabeyin bahsettiğin kadar iyiyse, en azından onu endişelendirmemek adına eve dönmelisin Taufan." dedi Solar, düşünceli bir şekilde.
"Zaten yapmak zorundayım, çünkü Hali koşarsa hasta olacak!" diye ikinci kez bağırdı Taufan, bir damla gözyaşı yanağından aşağı süzülürken. Hızla ayağa kalktı ve kararlı adımlarla eve yürümeye koyuldu. Omuzları teslimiyetle çökmüştü.
"Zavallı Taufan..." diye mırıldandı Solar.
"Gerçekten zavallı çocuk..." dedi Blaze içtenlikle—ki onun üzülmesi çok nadirdi.
"Kollarındaki morluklara bakılırsa üvey annesinden pek de iyi bir muamele görmüyor." dedi Solar, acıma duygusuyla.
Blaze cebinden misketleri çıkardı ve suçluluk içerisinde baktı. Çocukların hepsi mutluluğa sahip olamıyordu demek ki...
...
"Her yana bak Hali! O çocuğu nerede bulabileceğini yalnızca sen biliyorsun!"
"Ona böyle davranmayı bırakırsan kaçmak zorunda kalmayacak anne!"
Halilintar devamında gelen hakaretleri duymamak için kapıyı çarparak kapattı ve kapıya yaslanarak, iç çekti. Öfkesi silinmiş, endişe içine oturmuştu. "Neredesin Taufan?..."
Kardeşi ilk defa kaçmamıştı, bilmem kaçıncı kez oluyordu bu. Kaçtığı için Taufan'ı asla suçlamıyordu -hatta bir daha eve gelmese onun adına çok mutlu olurdu- ama çocuk her seferinde onun için geri dönüyordu ve her seferinde oldukça sert cezalar alıyordu.
Nitekim daha bahçe kapısından çıkmadan, çocuğun zaten kapıda durduğunu gördü.
"Taufan..." Yüzüne rahatladığını gösteren bir gülümseme yayılırken, kardeşinin küçük ellerini tuttu. "Nereye gittin?"
"Buradaydım..." diye fısıldadı Taufan, bir eliyle gözlerini silerken, diğeriyle sokağı işaret ederek. "Koştuğunu gördüm... Yine hasta olursun diye korktum..."
"Endişelendiğim için koştum." dedi Halilintar kardeşinin ellerini sıkarak, onu rahatlatabilmek adına gülümsemeyi sürdürürken. "Biraz yoruldum ama iyiyim, korkmana gerek yok."
"Ağabey..." Taufan hıçkırarak ağabeyinin boynuna sarılırken, Halilintar anlayışlı davranarak konuşmadı ve sırtını ovuşturdu.
Tam bu sırada kapı açılmasaydı, belki de iki kardeş doya doya kucaklaşabileceklerdi.
"Ah, demek onu buldun... Ne çabuk..." diye homurdandı anneleri, pek hoş görünmeyen bir ifadeyle Taufan'ı süzerken.
Çocuk hemen ağabeyinden uzaklaşırken, kadına ürkek bir bakış attı fakat bu sırada arkası dönük olduğu için Halilintar görememişti.
"Sen okuluna dönebilirsin Halilintar." dedi kadın kısaca ve Taufan'ı kolundan tutarak, yine çocuğun tabiriyle 'hapishaneye' sürükledi.
Gitmeden önce kardeşinin yalvaran bakışlarından birini yakalayan Halilintar, annesinin ona acıması için içinden dua etti.
...
Akşamüstü, okuldan eve geldiğinde Halilintar'ı büyük bir sessizlik karşıladı. Evdeki hizmetçi bile yoktu ve bunun anlamı şuydu:
"Annem evde değil..." Halilintar şüpheyle kaşlarını çattı. Taufan'ı yanında götürmüş olamazdı değil mi?...
Öyleyse neredeydi?
"Taufan!" Elini ağzına dayayarak kardeşine seslendi fakat herhangi bir cevap alamadı.
Çantasını odasına bıraktıktan sonra, kardeşinin odasını kontrol etti fakat orada da değildi. Yatağı dokunulmamış, güneşlik açılmamıştı. Anlaşılan Taufan sabahtan beri buraya uğramamıştı.
Kardeşinin evde olmadığına kanaat getirerek mutfağa, bir şeyler atıştırmaya gideceği sırada, merdivenlerin altındaki küçük dolaptan bir ses geldi.
Halilintar şaşkınlıkla durdu ama yanlış duyup duymadığından emin olmaya çalışırken bir şey daha duydu. Kesinlikle bir şey—
Aklına gelen olasılıkla, ileri atıldı ve dolabın kapısını çekti. Kilitli miydi??? Neyse ki anahtarı üzerindeydi.
İçeride hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yüzü gözyaşı izleriyle dolu, perişan olmuş Taufan vardı!
"Taufan! Burada ne oluyor—"
"Annem beni buraya kilitledi!" diye hıçkırdı Taufan, ağabeyinin beline sıkıca sarılırken. "Buradan asla kaçamayacağımı, bu yüzden en güvenli seçeneğin burası olduğunu söyledi. Eğer uslu durursan burada durmak zorunda kalmazsın dedi ve beni karanlıkta bırakıp gitti!"
"Sakin ol, buradayım..." Halilintar kardeşini kucakladı ve sırtını ovuşturdu. Çocuğun hıçkırıkları bir türlü dinmeyince, onu kucaklayarak ayağa kalktı ve odasına çıktı.
Taufan'a o an belli etmedi, ancak dişlerini öfkeyle sıkmıştı. Elbette ki üvey annesi Taufan'ın karanlıkta korkabileceğini biliyordu ve yine kasıtlı olarak onu orada bırakıp, kim bilir nereye gitmişti!
Hala titreyen kardeşini üst kata, kendi odasına çıkardı ve yatağına oturttu. Annesi kardeşine ait olması gereken kıyafetleri de onun dolabında muhafaza ediyordu.
Halilintar rahat ve sıcak tutabilecek bir pijama takımını aldı ve kardeşinin giyinmesine yardım etti. Sonra kendisi de rahat bir şeyler giyerek, kardeşinin yanına uzandı.
Hala hıçkıran Taufan hemen ona sarıldı—hala titriyordu.
Bunu uzun süre atlatamayacak, diye düşündü Halilintar ona acıyarak. Onun da kendince sorunları vardı ama annesinden zulüm görmek bu sorunların arasında yoktu.
"Hali..." Taufan bir gözyaşı daha yanağından aşağı süzülürken geri çekilip ağabeyine baktı—perişan ve korkmuş görünüyordu. "Beni bırakma..."
"Ha?" Halilintar bir an duraksadıktan sonra, kardeşinin kuzgun siyahı saçlarını karıştırdı. "Tamam, bırakmayacağım."
"Uyusam bile mi?..." diye fısıldadı Taufan, yatağa geri uzanırken, gözleri kapanmaya başlamıştı.
Halilintar onun masum sorusuna gülümserken, "Evet, uyusan bile." diyerek onayladı.
Zaten çok geçmeden, Taufan uykuya dalmıştı.
Halilintar onun uyuduğundan emin olduktan sonra, telefonunu çıkardı ve videoyu başlattı. "Bu videolar sana ulaşıyor mu bilmiyorum baba... Ama bugün annemin Taufan'ı ağlattığı bilmem kaçıncı gün. Annem onu merdivenlerin altındaki o rutubetli, karanlık odaya kilitlemiş. Eğer onu bulmuş olmasaydım neler olabileceğini bilmek istemiyorum.
Görüyor musun, eskiden neşeyle parlayan kardeşim artık perişan oluyor. Sense para kazanmakla çok meşgulsün baba."
Halilintar iç çekti ve telefonunu kenara bırakıp, uyandırmamaya dikkat ederek kardeşini odasına taşıdı. Yoksa üvey annesi daha fazla patırtı kopartabilirdi.
Daha sonra da kendisiyle ilgilenmesi gerekti. Eğer annesi Taufan'la ilgilendiği için yapması gerekenleri ertelediğini öğrenirse kabak yine kardeşinin başına patlardı.
Devam Edecek (Ya da belki de etmez)...
Evvvet, yeni seriyle karşınızdayım. Biliyorum, biliyorum, yeni seri yazmamam gerek. Ama kendimi tutamıyorum.
Başlık için Hacebar'a teşekkür ediyorum (hatiyazi.blogspot.com).
Yakında 7 Days With Taufan serimiz olacak! Takipte kalın~
İletişim: mercan.tasarim11@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder