OVERLAPPİNG STORMS- 34

 34: "Ondan Nefret Ettiğim İçin..."

"Ne demek kaçırıldı?!" Luís öyle bir bağırdı ki, Angin ürperdi fakat yine de hızlıca başını salladı. "Bu doğru! Yatağında yoktu. Akşam bir işi olduğunu söyleyip odadan çıkmıştı, sonra geri gelmemiş olmalı!"

"Onu takip edebileceğimiz bir şey var mı? Bir saat ya da—"

"Saati!... Ama aktif olduğunu sanmıyorum." Angin umutsuz bir iç çekti.

Tam bu sırada, Kaptan Luís'in özel dijital saatinden bildirim sesi geldi. Luís genellikle Komutan ve Amiral dışında pek kimseden çağrı almadığı için şaşkınlıkla mesajı açtı. "Taufan burada... Ha?"

"Bu bir tuzak olmalı." dedi Angin, kaşlarını çatarak. "Onu kaçıran her kimse, bir şey istiyor gibi... Ya istediğini vereceğiz ya da..."

"Taufan'ı almasına izin vermesine izin vereceğiz, anlıyorum..." Luís gözlerini kıstı ve başını ovuşturdu. Aşırı düşünmekten başı ağrımış gibiydi. "Ne yapalım biliyor musun? TAPOPS'tan yeterli desteği alalım ve gönderilen konuma gidelim."

"Kabul, hadi Komutanın yanına gidelim." dedi Angin ileri atılarak fakat Luís omzunu tuttu. Şaşkınlıkla kendisine bakan çocuğa bakmadan, "Bunu yapamayız." dedi yavaşça. "Ama bana ait küçük bir filo var. Onu kullanabiliriz."

...

"Hihihi... Sen Taufan'dın öyle değil mi?... İkinci Windara prensi..."

"A-ah.. Kim?..." diye sormaya çalıştı Taufan fakat başındaki korkunç ağrı yüzünden, inleyerek durdu. Gözlerini açmaya çalıştı ancak görebildiği tek şey karanlıktı. "Ha?... Neredeyim ben?..."

"Windara'dasınız, majesteleri, hihihi." dedi az önceki sinir bozucu ses, aynı sinir bozucu tonda kıkırdayarak. "Ama sevinmiş gibi görünmüyorsunuz. Vatanınıza geri dönmekten hoşnut değil misiniz?"

"Ben buna zorla götürülmek derdim..." dedi Taufan kısık bir sesle, etrafını göremediği için oldukça memnundu. Anlayabildiği kadarıyla, taştan bir zeminin üzerindeydi ve el bileklerinde, kolunu kaldırmasını zorlaştıracak kadar ağır zincirler vardı. Yine de... Denemeliydi. "Pusaran—AH!"

"İsh ish ish, bu kadar çabuk mu gidiyorsunuz majesteleri? Hihihi..."

Taufan acı ve öfkeyle, "Sen... Ne cüretle..." diye fısıldadı. "Bana ne yaptın?..."

"Oh, önemli bir şey değil, sadece majestelerinin kaçmasını önleyecek ufak bir cihaz."

"Ses... Sesi çok tanıdık..." diye mırıldandı Taufan, hatırlamak için çabalamasına rağmen, bir türlü siması ve ismini anımsayamamıştı.

"Boşuna uğraşmayın majesteleri, beni hatırlayabilmeniz mümkün değil. Hihihi..." Kişi sinsi bir şekilde güldü. "Nerede kalmıştık?... Ah, doğru, majesteleri Beliung. Onu son zamanlarda gördünüz mü?"

Kesinlikle sabır sınayıcı... diye düşündü Taufan öfkeyle ancak bu pek önemli bir soru olmadığından cevaplamayı seçti. "Hayır."

"Ben de öyle tahmin etmiştim..." dedi kişi ve neredeyse iç çekti. "Sanırım majestelerinin, onunla arası pek iyi değildi, değil mi? Buna rağmen onu özlüyor olmanız çok ilginç."

"..." Taufan sessiz kaldı; hem bu konuda söyleyecek sözü yoktu, hem de bu sinsi uzaylıya önemli bir koz verecek kadar aptal değildi.

"İstediğiniz kadar sessiz kalın majesteleri, ama ben özlediğinizi yalnızca beden dilinizden bile anlayabiliyorum." diye devam etti kişi, şimdi sağ tarafına geçmişti. "Onun öldüğünü söylesem... Ne düşünürdünüz?"

İşte bu sefer atışı etkili oldu.

Taufan dudaklarına kadar bembeyaz kesildi ve elinde olmadan irkildi. Dudakları titremeye başlarken, "Beni kandırmaya çalışıyorsun..." diye fısıldadı. "Dışarıdan aptal gibi mi görünüyorum?... Yalan söylediğini anlamayacağımı mı zannediyorsun?..."

"Sözlerimdeki doğruluk payını inkar edemezsiniz majesteleri. Düşünsenize, yaşananlardan sonra onu sağ bırakmış olabilirler mi?..."

"Bana bu şekilde işkence edebileceğini sanıyorsan yanılıyorsun." diye tısladı Taufan, burnundan soluyarak. Ancak sesi kendinden emin değil, savunmacı çıkmıştı. Sinsi uzaylının şüphe tohumları onu etkileyecek kadar güçlüydü. "Eğer onu özlüyor olsaydım arardım. Eğer ondan ayrılmak istemiyor olsaydım, gezegeni terk etmemi istediğinde onu dinlemezdim. Yanında kalır ve onu savunurdum. Ondan nefret ettiğim için gezegeni hızlıca terk ettim!"

"Oh, bu çok üzücü, çünkü o sizi eskiden olduğu kadar çok seviyor majesteleri. Hihihi..." dedi kişi dramatik bir sesle. "Bunu beklemiyordunuz değil mi? Öldüğünü kanıtlamamı bekliyordunuz. Onun yaşamasını istemiyordunuz çünkü..."

"Hiç de değil!" diye bağırdı Taufan fakat sesi titriyordu. Gözyaşları o farkında olmadan akmaya başlamıştı.

"Ağlamanız çok hoş. Onu sevmediğinizi sanıyordum." diye güldü kişi, onu kışkırtırcasına.

"Sevmek mi?... Ondan nefret ediyorum." dedi Taufan, gülerek. Artık sinirleri iyiden iyiye bozulmuştu, gülüşü buna işaretti. Tuzağa düştüğünü ise fark etmemişti.

"Majesteleri Beliung'un sizi duyduğunu hayal edin... Üzülmez miydi? Hihihi..."

"Bu kadar yalan yeter! O yıllardır kayıp! Sen söyledin diye geri geldiğine inanacak değilim!" diye bağırdı Taufan öfkelenerek ama gözyaşları trajik bir şekilde akmaya devam ediyordu. "Etrafımı göremiyorum diye kör olduğumu mu zannediyorsun? Hislerim hala çok güçlü ve burada olmadığını anlayabiliyorum!"

"Hmph, böyle biteceğini zaten biliyordum..." diye mırıldandı kişi bıkkın bir tonda, onunla uğraşmaktan sıkılmış gibiydi. Bir metale ait olabilecek bir şakırtı duyuldu ve Taufan metalin soğukluğunu boynunda hissetti.

"Çok safsınız majesteleri. Ne var ki sizinle uğraşmaktan daha önemli işlerim var. Bana rüzgar gücünüzü verin, yoksa onu zorla alacağım."

"Ne saçmalıyorsun?!" diye hırladı Taufan öfkeyle fakat keskin şeyin -ne olduğundan emin değildi- daha sert bastırılması üzerine sustu.

"Güzel... Uysalca teslim olmanız sizin için daha iyi." dedi kişi memnuiyet içerisinde—ses tonuna bakılırsa sırıtıyordu. Elindeki keskin nesneyi hafifçe bastırarak, gencin boynunda küçük bir kesik açtı. "Şimdi lütfen rüzgar gücünüzü teslim edin. Bu son uyarınız."

"Aaaargh! Bırak beni!" Taufan küçük kesiğin ince ince sızladığını hissederken, neredeyse kükredi (ki onun gibi genellikle sessiz duran  biri için bu acayip bir şeydi) ve aniden kuvvetli bir rüzgar esmeye başladı. Tozu dumana kadar rüzgar dindiğinde, Taufan'ın bağlı olduğu için görünmeyen gözleri beyaz, bembeyazdı.

Tıpkı anemosis atakları sırasında kontrolünü kaybettiğinde olduğu gibi...

"Kwoooh... Kwerek kweek¹!" dedi biri, yani tabii söylediği şey anlamlıysa... Taufan söylediği şeylerin tek kelimesini dahi anlayabilmiş değildi ama önemli bir şey de değildi zaten.

"Şimdi beni BIRAK! Yoksa—" diye başladı Taufan öfkeyle fakat gücünü kullandığı için bileklerindeki cihazlar devreye girdi ve Taufan başında, anemosis ataklarını anımsatan korkunç bir ağrı hissetti.

"Sessiz kal artık..." diye homurdandı kendisiyle uğraşan kişi kendi kendine ve ayak sesleri gittikçe uzaklaştı, en sonunda duyulmaz oldu—gitmişti.

Taufan bitkince elini kaldırdı ve gözlerindeki bağı çekti. "Ben mi çok güçsüz düştüm, yoksa bu şeyi zamkla falan mı yapıştırdılar?..." diye mırıldandı ancak tekrar çekmeyi düşünemeden, kişinin az önce söyledikleri zihnine akın etti.

"Sadece yalan söylüyordu..." diye ikna etmeye çalıştı kendini ve alnını ovuşturdu. "Bunlar gerçek olamaz... Hayır, ona kesinlikle inanmayacağım..."

Kendi kendini teselli etmek buraya kadarmış.

Taufan titrek bir nefes verdi ve dizlerini karnına çekti. Neden böyle şeyler yaşamak zorundaydı ki?... Ne tahtı, ne de rüzgar gücünü istiyordu, hiçbirine ihtiyacı yoktu. Ama...

"Windara ve Rüzgar elementini size emanet edebilir miyim?..."

Taufan yalnız olduğunu düşünerek, duygularına teslim oldu. Yorulmuştu, çok yorulmuştu ve gerçekten... Gözyaşları neden bu kadar rahatlatıcıydı ki?...

Gittikçe yükselen bir sesle ağlamaya devam etti; etrafındaki rüzgarın kuvvetlendiğini ve saçlarının tekrar lacivert rengini aldığını fark etmedi. İstemsizce kullandığı güç yüzünden, bileklerindeki cihazlar korkunç ağrılar oluşturuyor fakat Taufan bir türlü durmuyor, duramıyordu.

Sonunda bitkin düştüğünde, boğuk bir ses duydu.

"Taufan! Bizi duyabiliyor musun?"

Taufan tepkisiz kalmayı tercih etti, anemosis atağı onu vurmuş, yine halüsinasyon görüyor olmalıydı. Burada onu kimse bulamazdı.

"Taufan!" Bu sefer ses daha yakındı ve kulağa oldukça endişeli geliyordu. "Seni serbest bırakacağım ve buradan hemen çıkacağız! Ha—boynuna da ne oldu?!"

Hayır, bu halüsinasyon değildi. Sıcak bir el önce boynuna, sonra bileklerine dokundu. Birkaç tıkırtı sesinden sonra, bileklerindeki ağır zincirlerden kurtulduğunu hissetti. Son olarak gözlerindeki bağı çözdü.

"Her şey yolunda..." Tüm bu süre boyunca ağladığını anlamış gibi, omzunu ovuşturdu. Şefkatliydi...

Beni kandırmaya çalışan biri daha mı?

"Bırakın beni!" diye haykırdı Taufan hızla geri çekilerek. Hava disklerini oluşturdu ve önündeki iki figüre baktı. "Defolun! Defolun gidin buradan!"

Koyu yeşil pelerinli kişi şaşkınlıkla ona baktı ve yanındaki sarı-kahverengi giysili çocuğa eğilerek, bir şeyler fısıldadı. Çocuk da hızlıca başını salladı.

Taufan ikisinden şüphelenmesine rağmen, ellerini birleştirdi ve hava disklerini yok etti. Şimdilik onlara zarar vermek istemiyordu. Tabii önünden çekilmeleri için bir şeyler yapması gerekiyordu. "Tolakan—"

"Kenara çekil, Angin!"

"Angin mi?" Taufan şaşkınlıkla durdu ve bulunduğu hücrenin kenarından korku dolu gözlerle kendisine bakan sarı giysili çocuğa döndü. Kontrolünü kaybettiğinde aklıyla hareket etmezdi ama sadece 'Angin' ismi, geçmiş ve gelecekte kaygı, korku ve kederi aynı anda anımsatıyordu. Halbuki şuan, kendisi için ne ifade ettiğini hatırlamıyordu bile.

Ah, o da bakışlarını fark etmişti! Neden gülümsüyordu? Taufan iki elinin arasında, aslında ona ufak bir uyarıda bulunmak için fırlatmayı düşündüğü bir rüzgar küresi oluşturdu. Çocuk da aynısı yaptı ve küresini yavaşça ona uzattı.

Tanıdık. Tanıdık... Çok tanıdık. Bekle biraz...

Angin onu bu kafa karışıklığından yararlanarak, ellerini hızla birbirine vurdu ve rüzgar küresini aniden patlattı.

Çıkan sert ve büyük hava akımı Taufan'ı hücrenin duvarına yapıştırdı ve başına aldığı sert darbe yüzünden, sersem bir şekilde yere düştü.

"Abang! İyi misin?"

Mavi gözleri artık görülebilen Taufan, ürkütücü derecede sessizdi.

"Enerjisi bittiği için bayılmış olabilir." dedi Luís sessizce, iki kardeşe alan bırakmak için biraz uzakta, hücrenin dışında duruyordu.

"Abang, sen—" diye başladı Angin endişeyle fakat Taufan yavaşça doğrulunca sustu.

"Kimse gelmeden TAPOPS'a geri dönmeliyiz." dedi Luís, endişeyle etrafına bakarak. "Ama önce buradan çıkmalıyız. Ochobot ışınlanma tünelini Kepaku köyüne açabileceğini söylemişti—"

"Hayır!" diye karşı çıktı Taufan aniden.

"Ha?" Angin ve Luís şaşkınlıkla ona döndü. Taufan ise bakışlarına aldırmadan, daha alçak bir sesle, "Hiçbir yere gitmiyoruz." dedi. "Windara'yı görmeden gideceğiz."

"Savaştan sonra Windara ve Kupuri Sarayı yenilendi." dedi Luís onun kastettiği şeyi anlayarak. "Savaştan geriye hiçbir şey kalmadı Taufan."

"Öyle mi?..." diye fısıldadı Taufan bu meraktan ziyade, hayal kırıklığı ve keder içeren bir fısıltıydı. Bir süre ikisine baktıktan sonra, aniden ayağa fırlayarak hızla aralarından geçti ve Windara zindanlarının koridorlarında gözden kayboldu.

"Onu takip etmeli miyiz?" diye sordu Angin endişeli bir şekilde, ağabeyinin kaybolduğu köşeye bakarken.

"Hayır. Burada beklememiz daha iyi olur." dedi Luís sakince ve çocuğu da gözlerden uzak bir köşeye çekerek, yere çöktü.

"Nasıl bu kadar kendinden emin olabiliyorsun?" diye sordu Angin, gözlerini kapatmış, dinlenen Luís'e bakarak.

Luís gözlerini açtı ve kısaca ona baktı. "Basit, sadece tecrübe... Bana öyle bakma, büyüdüğünde ne demek istediğimi anlayacaksın."

...

Bu sırada Taufan, çocukluk anılarıyla dolu sarayda, eskiden olduğu gibi saklanarak ilerliyordu. Eskiden bu yalnızca bir oyundu, şimdiyse yakalanmak istemiyorsa gizlenmesi gerekiyordu.

Kelkatua askerlerine belli etmeden, katları çıktı ve sonunda sarayın en tepesine ulaştı. İçeride işi yoktu, sarayı her kim ele geçirmişse, eskiye dair pek bir şey bırakmamış olmalıydı.

Sarayın dışında, en tepesinde, asla sona ermeyen rüzgarlar, her zamanki gibi uğulduyarak esiyordu.

"Burada olduğuma inanamıyorum." dedi Taufan kendi kendine. Eskiden tartıştıklarında olduğu gibi, Beliung'un arkasında belireceğini umarak arkasına baktı fakat kimse yoktu.

Sessizce sarayı, sarayın etrafını çevreleyen koruyucu fırtınayı seyretmeye koyuldu. Bir zamanlar burada eğitim yapmış, burada yaşamıştı.

Dokuz yaşındaki haliyle şu anki haline baktığında, kendinden bir sürü şey kaybettiğini görebiliyordu.

"Bir de bana ruhsuz diyorlar..." dedi yine sesli bir şekilde. "İçimdeki her şeyi kaybettikten sonra başka ne denebilir ki zaten?..."

Devam Edecek...

¹: Kwoooh... Kwerek kweek, yani Kelkatuacada "Efendim... Galiba kontrolden çıktı!" Biliyorum, çok saçma ve komik. Ama ben saçmalamayı seviyorum.

Ha, yarım bıraktığım cümle mi? Ayrıca Windara'ya geldikten ve bunca ipucu verdikten sonra böyle bir dönüm noktasını yazmasam kötü olurdu. Ne yapayım yani, bölüm uzasın diye Taufan'ı tekrar mı hasta edeyim? Allah Allah...

İletişim: mercan.tasarim11@gmail.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

XD

THE DANGERS OF PLAYİNG TOO MANY VİDEO GAMES

OVERLAPPİNG STORMS- 11