ÜÇ YAPRAKLI YONCA
Başlığı salladım. Sallamalarıma laf yok. Bu bir seri olabilir de, olmayabilir de bu yüzden etiket koymuyorum. Sadece Angst etiketi koyacağım.
Üç Yapraklı Yonca:
Kırmızı, kırmızı, kırmızı...
Blaze karalık savaş alanında ilerlerken, yıldızların altında görünen tek renk buydu. Bir sürü savaş mağduru, bir sürü asker, bir sürü sivil...
"Tch." Blaze kendi kendine homurdandı, ne yazık kardeşleri de bu savaşa katılmıştı. Kendisi sağ çıkmayı başarmıştı ama kardeşleri neredeydi?
Savaş alanında yürümeye devam ederken, biriyle karşılaştı. Tam da düşman ordunun komutanıyla.
Ancak Blaze onun yalnızca bir asker olduğunu zannetmişti.
"Hm." Blaze ona öfke ve küçümseme karşımı bir bakış attı fakat yanından geçip geçmek istediğinde, genç adam onu tuttu.
"Bırak beni." diye tısladı Blaze, öfkeyle ona dönerek fakat komutanın gözleri dingin—hayır, soğuk ve boştu. "Kardeşlerin. Kaytu köyündeler."
"Ne?..." Blaze bilgiyi işlemeye çalışırken, komutan sakince devam etti. "Bir tanesi ağır yaralıydı, diğeri de bağırarak yardım istiyordu. Onları oradan aldık." Son kısmı neredeyse özür diler bir tavırla söylemişti. "Yaralı olmayan senin adını verdi ve seni bulmamı istedi."
"Ve sen kabul ettin—bekle! Sen..." Blaze o ana kadar dikkatlice bakmadığı yabancıyı -kendisine göre yabancıydı- dikkatlice süzdü ve gözbebekleri öfkeden dolayı küçüldü. "Sen Halilintar'sın!"
Komutan -Halilintar- cevap vermedi.
"Neden bize yardım ediyorsun?" diye sordu Blaze, tehditkar derecede alçak bir sesle ve ısrarla sessiz kalan Halilintar'ın yakasını kavrayarak, yüzünü yaklaştırdı. "Onca yaptıklarınızdan sonra neden?!"
"Anlatmayacağım bir hikaye." diye fısıldadı Halilintar gözlerini kısarak. Ani bir hareketle bileğini kavradı ve diğer eliyle sertçe boynuna vurdu.
Blaze görüşünün karardığının farkındaydı. Sendeleyerek birkaç adım attıktan sonra, yere yığıldı. Kandırıldığını iliklerine kadar hissetmişti.
...
"Ah..." Blaze burnuna gelen keskin ve rahatsız edici kokuyla kendine geldi. Gözlerini açtığında, dışarıdan kahkaha ve konuşma sesleri geldiğini fark etti.
Yavaşça doğruldu ve etrafına baktı. Ahşaptan bir ev. İç mimarisi o kadar sadeydi ki, Blaze aslında bu savaşların Kaytuluları çok zayıflattığını hissetti. Gerçi onların tarafı, yani 'Asfir ile Lames' kasabası de aynı durumdaydı fakat sadece savaşçıları etkileniyordu.
Kaytu ve Asfir ile Lames kasabaları, daima birbiriyle savaşırdı. Bir nedeni yoktu, her ikisi de iki bölgeye hakim olmak istiyordu. Kuzeydeki Kaşırmak ve güneydeki Ölçlügüneş kasabaları ise, genellikle iki taraf arasında arabuluculuk yapma rolünü üstleniyordu.
Blaze bu düşünceler içerisindeyken, kapının açıldığını duydu ve başını çevirip baktı. Muhtemelen evin sahibi olan, Kaytulu bir kadındı bu. Uzun saçlarını sıkıca örülmüştü, kıyafetleri Kaytu halkına özgü bir şekilde, kırmızı, gri, siyah, kahverengi renklerdeydi ve omuzlarına, eteklerine ve beline beyaz, ince, zarif desenler işlenmişti.
Kadın yavaşça yaklaştı ve elindeki cam gibi görünen ama kırmızı renkteki tabağı ona uzattı. "İçin lütfen."
"Bu ne için?" Blaze istemsizce şüphelenirken, kadın biraz incinmiş bir ifadeyle, "Bu benim ellerimle yaptığım bir çorba. Özel ve güzel bir tariftir." dedi. "Lütfen için."
"Teşekkürler." Blaze tabağı birkaç yudumda bitirdi ve kadına meraklı bir bakış attı. "Çok güzel. İçinde ne var?"
"Kaytu kasabasının dağlarında yetişen özel bitkiler ama en çok da kereviz. Hiç kereviz yemediniz mi?" diye sordu kadın şaşkınlıkla fakat Blaze de en az onun kadar şaşkındı. "Kereviz de neyin nesi?"
"Bu kadarı yeterli, Shoé¹." dedi bir ses ve kadın ile Blaze kapıya baktılar. Halilintar gelmişti.
"Ah, peki tatlım." Kadın hafifçe eğilerek selam verdi ve Blaze'in elindeki tabağı alarak çıktı.
"Ah, doğru, beni bayıltan kişi." dedi Blaze, alaycı bir kahkaha atarak fakat hemen ardından ona sertçe baktı. "Peki bana adını bile söylememişken bana neden saldırdın?"
"Alay etme çocuk. Kasabamıza giden tek bir yol var ve bu yolu yalnızca Kaytulular bilir. Senin öğrenmene izin veremem." dedi Halilintar, ilk defa bu kadar uzun bir cümle kurmuştu. "Ayrıca ben seni tanıyorum."
"Amma attın, beni beş dakikalık konuşmamızda tanıyamazsın. Adımı bile bilmiyorsun." diye dalga geçti Blaze ve doğru değil mi dercesine komutana baktı.
"Blaze." dedi Halilintar yavaşça ve bu gururlu gencin irkilmesine neden oldu. "On altı yaşında bir asker. Üçüz ve iki kardeşi de onun gibi asker. En sevdiği şey ateşle gösteri yapmak. Kardeşleriyle küçükken çok fazla sorun çıkartırdı."
"Ehh..." Blaze gergince kıkırdadı ve ensesini ovuşturdu. "Tamam, haklı olabilirsin ama sonuçta sen bir komutansın. Düşmanını tanımana şaşırmam."
"Ve son olarak, annesi ile babasını savaşta kaybetti." dedi Halilintar, son atışı yaparcasına ve gerçekten de etkili oldu.
Blaze öfkeyle, "Annem savaşta ölmedi!" diye bağırdı. "Sadece o bir şifacıydı ve sonra... Ölümcül bir hastalığa yakalandı."
"Her ne ise..." Halilintar ayağa kalktı ve ciddiyet dolu bakışlarını pencereden dışarıya dikti. "Kardeşlerin—"
"Onların yanına gidelim." diye sözünü kesti Blaze, az önce yaşadığı ters köşe onu asabi birine dönüştürmüştü.
Halilintar saygısızlığı yüzünden ona bir an dik dik baksa da, bir şey demedi ve kapıya yöneldi.
Ahşap evden dışarı çıktıklarında, Blaze hayranlıkla gökyüzüne baktı. Gökyüzü burada kırmızıydı, muhtemelen Asfir ile Lames kasabasının üstünde olan bulutlar, burada kenarda kaldıkları için süs gibi görünüyordu. Gündüz olmasına rağmen, gökteki bazı yıldızlar onlara göz kırpıyordu.
Şuan içinde bulundukları Kaytu kasabası ise, ahşap evleriyle çok şirin görünüyordu. Evlerin çatılarında, balkonların uzun telgraf çiçekleri vardı. Pencerelerde ise rengarenk çiçekler bulunuyordu. Yerler genellikle çakıllı kumdandı fakat bazı yerler ziraatçıların de yardımıyla yeşillendirilmişti. Yine de, Blaze rüzgarların daima estiği, gökkuşağı renkleriyle süslü Asfir ile Lames'i özlüyordu.
"Geldik."
Blaze Halilintar'la önünde durdukları yere baktı, burası kocaman, kocaman bir ahşap binaydı—anlaşılan onlara göre bir hastaneydi. Her tarafında kırmızı çiçekler vardı ve bazı pencereler ardına kadar açık, bazıları sımsıkı kapalı, hatta perdeleri bile çekiliydi.
Halilintar'ın girdiği oda da, o sıkı sıkıya örtülü odalardan biriydi. Oda dar ve uzundu, iki yatak vardı. Birinde biri otururken, diğerinde...
"Taufan?" Blaze yanındaki komutanın varlığını tamamen unutarak, üçüzüne seslendi fakat bir cevap alamadı. "Taufan... Neyi var onun?"
"Yaralandı." dedi yeni bir ses ve Blaze başını çevirip baktığında, diğer üçüzü Duri'nin içeri girdiğini gördü. "Ri!"
Üçüzü ani kucaklaşma yüzünden şaşırsa da, aynı kuvvetle sarılarak karşılık verdi ve gülümsedi. "Seni görmek güzel Aze."
"Taufan'a ne oldu?" diye sordu Blaze, endişeli bir şekilde üçüzüne bakarak. Bunun üzerine Duri biraz kederli göründü. "Şey... Şöyle ki..."
...
"Duri, eğer bir şey olursa benim adımı bağır. Yanına geleceğim." dedi Taufan, savaşın başlamasını bekledikleri sırada.
"Tamam! Başarılar kardeşim." Duri yumruğunu kardeşinin yumruğuyla tokuşturdu ve yayıyla oklarını hazırlamaya devam etti.
Çok geçmeden savaşın başladığını belirten boru sesi duyuldu.
Savaşlar genellikle bir güne yakın sürer, sonra yaralıların tedavi edilmesi, ölülerin defnedilmesi ve tarafların toparlanabilmesi için ara verilirdi. Tüm bu sebepler yüzünden, Taufan çok da endişeli değildi. Sadece diğer üçüzü Blaze'i göremediği için biraz tedirgindi.
Öğlen saatlerinde, "Taufan!" diye bir bağırış duyuldu ve bu bağırış, o sırada başkasıyla dövüşmekte olan Taufan'ın o tarafa yönelmesine neden oldu. Bu kardeşinin sesiydi, bu yüzden söz verdiği gibi orada olmalıydı.
Kardeşi üç Kaytulu asker tarafından sıkıştırılmıştı. Onu korumak için kılıcını çekti ve üçüyle kıyasıya savaştı. İkisini alt etmeyi başardığı sırada, sağ omzuna korkunç bir acı hissetti ve tıslayarak arkasına döndü. Kaytulu, çevik bir genç boşluğundan yararlanmış, kılıcını omzuna saplamıştı.
Taufan kılıcıyla onu uzaklaştırmayı denedi fakat genç önce kendi kılıcını geri çekti, sonra Taufan'ın bileğine vurarak kılıcını elinden düşürmesine neden oldu. Zaten bitkin olan Taufan da, kan kaybetmenin etkisine dayanamayarak baygın düştü.
...
"Sonra da komutan Halilintar o kişiyi durdurdu ve bizi köyüne götürdü." diye sözlerini sonlandırdı Duri.
"Bunu niye yaptı ki?..." Blaze kuşkulu bir şekilde Halilintar'a kısa bir bakış attı fakat şuan önceliği üçüzüydü. Halilintar'la daha sonra ilgilenecekti.
Dikkatli bir şekilde Taufan'ın yanına çöktü ve kardeşini incelemeye koyuldu. Ellerinde ve yüzündeki ince, küçük kesikler dışında, omzunda ve kollarında daha büyük yaralanmalar, omzunda ise, bahsedilen derin kılıç yarası vardı. Bunun dışında kardeşi iyiydi ama Blaze onun acı eşiğinin oldukça düşük olduğunu biliyordu.
"Taufan..." Blaze kardeşinin elini sıktı ve ayağa kalktı. Duri'ye döndü, gözlerinde konuşmamız lazım bakışı vardı.
Birlikte dışarı çıktılar ve daha tenha bir yere geçtiler. Kızıl göğü izlerken konuşmaya başladılar.
"Taufan uyandığında ne yapacağız?" diye sordu Blaze, sıkkın bir şekilde. "Bu Kaytulu komutana iki can borçluyuz, eğer o olmasaydı o savaştığınız kişi ikinizi de öldürebilirdi ve bunu o da biliyor. Eğer bunu görmezden gelip savaşmaya devam edersek bu sefer canımızı bağışlamaz, hatta gelip bizi kendi öldürür."
"Ben savaşmayı zaten sevmiyorum ama bir de şunu düşün Blaze..." Duri biraz kaygı ve endişeyle kardeşine baktı. "Kasabalılar Kaytu'nun komutanı tarafından kurtarıldığımızı öğrenince ne düşünecek?"
"Bir de bu var tabii..." Blaze iç geçirdi. Tam da bu sırada, içgüdüsel bir şekilde ayağa kalktı. "Sanırım Taufan uyanıyor."
İçgüdüleri onu yanıltmamıştı. Taufan çoktan uyanmış, hem daha önce yaraları sarılırken kendisine verilen uyutucu bitkiden, hem de şaşkınlıktan sersemlemiş bir şekilde etrafına bakıyordu.
"Taufan, iyisin..."
"Ah, merhaba Ri, Aze." Taufan onları görünce sevinerek gülümsedi fakat hala kafası karışık görünüyordu. "Nerede olduğumuzu söyleyebilir misiniz?"
Blaze perdeyi açtı ve kardeşini şok edici gerçekle baş başa bıraktı. "Kaytu kasabasında."
"NE?! Bu tam bir felaket! Bizi kurtarmışlar!" diye bağırdı Taufan fakat boğazı acıdığı için, öksürerek durmak zorunda kaldı.
"Ben de inanamıyorum. İşin kötü kısmı şu, Asfir ve Lames halkı bunu nasıl karşılayacak?..." diye mırıldandı Blaze ve bunun üzerine üçü de sustu.
"Kesin olan bir şey var... Sağ kolumu bir süre kullanamayacağım." dedi Taufan üzgünce, sargılı omzunu işaret ederek. "Şuan bile hareket ettirdiğimde sanki defalarca kılıç saplıyorlarmış gibi hissediyorum. Hala uyuşuk olmasına rağmen."
"Eve gitmek istiyorum..." diye sızlandı Duri ve bunun üzerine üçü de birbirlerine sarıldılar. Hepsi aynı şeyi istiyordu.
...
"Ne düşünüyorsun Lin?"
Halilintar yanında beliren arkadaşına kısa bir bakış attı. "O üçü Asfir ile Lames ve Kaytu arasındaki barışı sağlayacak gibi."
"Haklı olabilirsin." dedi arkadaşı başını sallayarak ve alaycı bir şekilde ekledi. "Ama neden barış yapılsın ki? Biz Asfir ile Lames'e hükmetmek istemiyor muyuz?"
"Ben istemiyorum. Ama birileri istiyor." Halilintar iç çekti, ciddi bir komutan gibi görünse de, içinde yalnızca hayatını yaşamak isteyen bir genç vardı.
... Halilintar asla savaşçı olmak istememişti.
Son (Şeyyyy, ya da Devam Edecek...).
Hehehehe, yok yaaa yeni bir seriye başlamıyorum, sadece öylesine...
TAMAM TAMAM, KABUL. SERİYE BAŞLADIM. Umurumda değil, gayet güzel oldu ve isimleri değiştirdiğimde bana özel bir hikaye olacak.
İletişim: mercan.tasarim11@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder